Entropik İnsan Ya Da Varoluşa Dair – Veysel Karani Tur

1. Maske

“…yırtılmasa hâlâ bize âfetti o yüz.”

İnsanın bir sıfır noktası olmadı. Henüz yok. Ufukta da görünmüyor. Hiçbir zaman tamamen anlamdan âri olamadık. Üstelik bu anlamların tamamını kendimiz inşa etmişken. Maske binlerce yıllık karanlık mitler tarihimizden günümüze ulaştı ve olabilecek en az anlamı taşıyarak bizi bir virüsten korumak için suratımıza tutuldu. Maskenin altındaki yüzü asla göremeyeceğiz. Görsek de tanıyamayacağız, çünkü bize ait bir yüz yok. Onu ne renklerle ne heveslerle yapmıştık oysa ki; en iyi ağaçlardan en güzel taşlardan yontmuştuk. Bazen vakur, bazen neşeli, bazen korkutan bir ifadeyi dondurmuştuk üstünde. Bir şafakta, bir öğlende, belki ışıl ışıl yağmurlar altında geçirmiştik yüzümüze. Onunla dans etmiş, onunla gönenmiştik. Ta ki bir aydınlanma, bir coşma, bir çıldırma anında kendi baltamızla onu parçalayana kadar. Buna üzülmedik diyemeyiz, ama bir yandan da ferahlattı içimizi; çünkü artık yapışmıştı yüzümüze, kirlenmişti, yağlanmıştı, mikrop kapmıştı. Onu kırmak başarılı bir ameliyat gibi sağaltmıştı bizi. Geriye kalan parçalanmış yüzün de aslında bir maske olduğunu anlayana kadar sürdü bu esenlik. Etten ve kandan bir maske sallandı durdu yüzümüzde. Onu da soymak istedik; gerekirse onun altındaki etleri, kasları ve yağları da. Yapamadık bunu. Belki bütün bunların altından çıkacak o çıplak küredeki kimliksiz hayalet bundan alıkoydu bizi. Belki onun üstündeki iki büyük oyuk ölümün karanlığını karşımıza getirdi. Birinin onu avucuna alıp etkileyici bir tiratla bizim üzerimizden tekrar yaşamı olumlaması ihtimali hoşumuza gitmedi belki de. Kalsın dedik bu böyle yüzümüzde. En azından bir kimliğimiz, bir anlamımız var.

2. Ben

“… bir başkasıdır.”

Ne eski efsunlar ne çıldırmış şamanik ayinler ne de bir Avrupa kentinde neon lambaların, ağır sigara ve alkol kokusunun yükselttiği ruhsal iklim, hiçbiri bizi biz olduğumuza ikna edemiyor. Kurumsal ideolojiler ve öğretiler belki en kurnazcasını yaparak sen sen olsan da önemli değilsin, boşver; senden daha önemlisi var, ona hizmet et, ona köle ol, kendini tanımak için yola çıkarsan ne kadar merhale atlatsan ne kadar aşama da kat etsen sonunda bir köleyle karşılaşacaksın diyerek en güzelini yapıyor. Ama kurnazlıktan tiksinenler; bizim gibi diğer tarafta, karanlık dehlizlerde gezinecek, bu böyledir. Ağrıyla arayacağız kendimizi; dışlanmayla, tükürülmeyle. Akademik ve evcil toz yutmuş şarkiyatçılar asıl İran şiirinin şu anda Tahran sokaklarında saçlarını savurarak ve gülerek bisiklet süren o genç kız olduğunu asla anlayamayacaklar. Belki bisikletin üstünde kendimizi arayacağız, belki bisikletin ulaştığı yerde, belki de bisiklete bindiğimiz için tıkıldığımız o rutubetli hücrede. Ama sizin bize sunduğunuz o zincirleri kabul etmeyeceğiz! Tanrı değilsek de bir köle de olmayacağız! Ben de biz de bir başkasıyız, evet. Ama siz değiliz!

3. Zaman

“ne içindeyim … ne dışında.”

Tanpınar da etkilendiği Proust kadar düştü “yakalamanın” peşine. Ihlamura batırılan madlenle gelendeki komik ve içler acısı tarafı göremedi. Belki okkalı bir Türk kahvesinde, belki “şu eski boğaz”ın kokusunda aradı onu. Geri gelsin istedi. Bize ait, bana ait olan geri gelsin. Nostaljideki tutulmayı, hummayı görmedi ya da görmek istemedi. Bir kimliği olmanın getirdiği gerçekdışılık bu büyük yazarların etkilendiği, dolaştığı şehirlerde hâlâ kesif bir sis gibi geziniyor. Hiçbir yere ait olmayan bir kavim gibi görünen turist kafileleri gelip de orasından burasından mıncıklasın diye bütün eski şehirlerin meydanlarında sallanıyor o ruh. Uzaylılar gezegenimize geldiklerinde bir yaşam alanından çok bir müzeyle karşılaşacaklar. Farklı bölümleri, odaları, yüzlerce koridoru olan bu müze onlara yaşamsallık ya da gerçeklik hariç her şeyi hissettirecek. Zaman isimli tuhaf ve paradoksal tanrı hayrete düşürecek onları.

4. Göksel

“… köpek.”

Belki tek bir adam doğruyu söyledi. O da bırakın aynı kitabı, aynı sayfayı, aynı paragrafı, aynı cümle içinde bile çelişti kendiyle. Üstelik övündü bununla. Belki tek bir adam doğru şekilde yaşadı; o da dışlanmayı, horlanmayı, deli yerine konmayı göze alarak toplumun içinde sefil bir köpek gibi var oldu. Biteviye eriyen ve çürüyen insanlık ideali içinde bu ikisi parıldayan birer yıldıza dönüştü ama. Yalana, sahteliğe başkaldırarak her şeyi kaybetmeyi göze almak belki de insanlığa dair övülmesi gereken tek şeydir. Belki salt bir insan olma tecrübesidir. Ya da bunun dışında kalan o büyük kütleye “insan” diyorsak eğer bu bahsettiğimiz şeyi daha kutsal, daha göksel bir yere yerleştirmek zorundayız. Kendimizi de oraya bir yere iliştirmek istiyorsak ama, çürümeyi bir dansa dönüştürmeliyiz. Yok olmayı zaten bizde var olan bütüncül bir anlam olarak kabul etmeliyiz. Var olma ve yok olma arasındaki mükemmel uyumu sevgiyle ve cesaretle kucaklamalıyız. Meydan okumalıyız!

5. Ölüm

“… gelir ölüm duygusuna karşı saygısız.”

Bitme ile sorunumuz ilk şekerle, ilk öpücükle, ilk sıcaklıkla başlar. Soba söner, anne gider, şeker biter. Ama devam ederiz bir şekilde yolumuza. Ölüm, kıkırdayıp durur yanımızda bir yerde. Kurşunlananlar da, intihar edenler de, apansız gidenler de yanı başımızdadır sanki. Kanser şimdiye ve gerçekten çaresi bulunana kadar yazılmış en güçlü şiirdir. Çünkü şiir ancak yaşamla ilgili en önemli damarı kımıldattığında şiirdir. Yavaş yavaş yok olan dünya… Sürekli ölen evren umurumuzda değildir. Zira biz ölüyoruz. Biz ve sevdiklerimiz yüz sene içinde böceklerin azığı olacağız. Uğruna “öldüğümüz” gerçekler ve yalanlar bizce değil, doğaca ve zorla öldürülüyor. Orada hiçbir telkin tutkal tutmuyor. Hiçbir ninni, hiçbir tavsiye ya da eğleme… Basbayağı ölüyoruz. Ölüyoruz. Ölsek de ama. Ama. Yazıyoruz. Yazıyor birileri. Yaşıyoruz. Yaşıyor birileri. İyi ki!

 

Entropik İnsan Ya Da Varoluşa Dair, Veysel Karani TUR

#sin24, 2020.