Derinkuyu’nun yaşamı zordur, insanı ondan da zordur. Toprağından suyundan mı böyledir? Bir anlatı üzerinden açıklamaya çalışalım. Günlerden bir gün Derinkuyu’ya yakın bir kasabaya balık yemeye gitmiştim. “Buralar böyledir kırıcı yalnızlıklar içinde çalkalanır dururuz. Bozkır halden anlamaz, seni dinlemez, kafasına ne eserse onu yapar. İnsan da biraz olsun nefes almak için savrulur. Bozkır insanlarını da kendine benzetmiştir, eğlenecek olsa eğlenmeyi bilmez. Her şeyi doruklarında yaşar bozkır. İyiliği de kötülüğü de. Eğlenceyi de hüznü de. Sıcağı da soğuğu da. İnsanı da öyledir. Azıyla yetinmez” O balık çiftliğinde yaşlıca bir adam yanımıza geliyor, birazdan anlatacağı hikâyesine böylece girizgah yapıyordu. Bozkır hakkında sohbet etme olanağı bulduk. İnsanlardan yakındık beraber, hasetten, kinden, bozkırın girdabından… Neden sonra buralara dair daha önce hiç bilmediğim bir anlatıya başladı.
“Bir gün çok büyük bir kervan batıdan doğuya doğru yola çıkmış. Kıymetli mallar yüklüymüş bu kervan. Mücevherler, kumaşlar, önemli insanlar taşıyormuş. Ecnebi illerinden yola çıkan bu kervan buralara gelene kadar hiç durmamış, yorulmamış ancak bozkıra ayak basınca hepsine bir ağırlık çökmüş, liderleri başına geleceklerden habersiz burada konaklamalarının uygun olacağını düşünmüş. Derinkuyu’ya geldiklerinde gördükleri insanlara yol-iz sormuş cevap alamamışlar, ekmek, su istemişler veren çıkmamış, ilerleye ilerleye sonunda yerleşim biriminin dışına çıkmışlar. Kervan liderleri bilge-alim bir kişiymiş sezgileri ona temkinli olması gerektiği söylüyormuş burada. Derinkuyu’ya yakın Gölcükbaşı denilen bir su kaynağı civarında konaklamayı uygun görmüş. Kervan büyük bir şaşkınlık içindeymiş insanların tavırlarından dolayı. Liderleri burada ekmek yapacaklarını, bu sudan içeceklerini ve temizleneceklerini kervana bildirmiş ancak kendisi ekmeğinden yememiş suyundan içmemiş. İşin ilginç yanı kervanın bütün unu yolda telef olmuş çuvallar delinmiş, akmış. Çevrelerindeki tarlalardan yaban buğdayı biçmek zorunda kalmışlar, ekmeklerini böyle yapmışlar. Gölcükbaşı’nda su içmişler, yıkanmışlar. Akşam serinliği bastırıp kervan dinlenmeye geçtiğinde liderleri bir tepeye çıkmış ve kervanı izlemeye koyulmuş. Bir de ne görsün. Kervan yapılan ekmekten doymuyor, içtikleri sudan kanmıyor insanlar ne kadar yıkansalar da temizlenemiyorlarmış. Birbirlerine sataşıyorlarmış. Aralarından sudan boğulanlar, birbirini boğanlar, aş kavgasından ölenler olmaya başlamış. Bilge kişi tepenin üzerinden kervana seslenmiş. Arkadaşlar kavgayı kesin, oyuna geldik. Hayın su, Hayın toprak! Ellerinizdeki ekmekleri atın, suyu içmeyin, gölün içinden çıkın yoksa hepimiz telef olacağız diye bağırmış. Bundan sonra kervan kendine gelmiş ve yola koyulmuş. Bilge kişi “hayın su, hayın toprak” diye söylenip durmuş yol boyunca.” Yaşlı adam anlatıyı bitirdi. Buralarda neden kardeşine dahi güvenemezsin, komşu komşunun malına neden göz diker şimdi anladınız mı, bozkır kalleştir, insanı da ondan kalleştir, dedi.
Bu anlatıdan birçok sonuç çıkarılabilir. Ancak benden suyun ve toprağın insanı zehirleyeceğini düşünmemi beklemeyin. Yaşlı adama katılmadığımı orada belirtmeme rağmen kimsenin beni dinlediği yoktu. Özünde insanı zehirleyen ne bozkırdır ne de onu kuşatan çevresi. İnsanı, insan zehirler ancak. Elbette kültürel ve coğrafi çevrenin insana etkisi yadsınamaz bir gerçektir ancak kardeşin kardeşe komşunun komşuya düşman olduğu bozkırda suçluyu uzakta aramamalıyız. Bozkır bir kurtuluş değilse de cehennem de değildir.
Biz medeniyetimizi yerüstünde kurduk şimdi bozkırda bir avuç insan olarak yaşıyoruz ve görece insan sermayesi bakımından ülkenin en geri kalmış bölgesindyiz. Çünkü yaşlı adamın deyimiyle “bozkır uzaklıktır, kendinden başka kimseyi görmemiştir, bütün dünyası yeşil ormanlara kadardır”. Halbuki yeraltı şehirlerini kuranlar döneminin -bilgi, beceri ve kültür olarak- çok ilerisinde olduğunu düşündüğümüz bir medeniyet olarak tarihte yerini aldılar. Bizlerse bozkıra sığınmış birbirini yiyen canavarlarız. Mesele ne toprağında ne de suyunda mesele esir olduğumuz düşüncelerimizde.
Not: Yazıya uzun bir zaman önce başladım ancak anlatının havasına dayanamayan “emektar” bilgisayarım çöktü, çeşitli ameliyatlar geçirmek durumunda kaldı. Yazıyı geciktirdim. Bu da bende anlatının korkutucu derecede gerçek olabileceği gibi saçma bir inanca neden oldu ancak düşüncelerimin anlatıyla uyuşmadığını vurgulamak isterim. Evet bozkır beni de kabul etmiyor, bozkırla birbirimizi ehlileştirmek için savaşıp duruyoruz; insanıyla da kendiyle de. Bu savaşın kazananı elbette belli. Her ne kadar bozkıra her gelişimde tokat yesem de bozkır göğsünden beni bir çırpıda atsa da bozkır benim yumuşak karnımdır, ondan vazgeçersem tek bir şiir dahi yazamayacağımı biliyorum. Velhasıl ben toprak ve suyu kutsal görüyorum; benim derdim toprağı ve suyu kutsal görmeyenlerle, birbirlerinin etlerini koparıp “doydum” sananlarla, hep öyle olacak.