Ayfer Karakaş İle Şiir Üzerine – Yaşar ERCAN

Dergimizin kurulduğu günden itibaren bizimle her sayıda yol alan sevgili Ayfer Karakaş’ın ilk şiir kitabı Ölü Geyikler İçin Eleji, Klaros Yayınları ile okurlarına merhaba dedi. Biz de Türk şiirinin bu yeni eseri üzerine şairi ile keyifli bir söyleşi gerçekleştirdik.

İlk kitabınızın uğur getirmesini dileyerek söze başlamak istiyorum. Yayınlanan her eser yazarına/şairine heyecan verir. Bizimle bu mutluluğu ve heyecanı paylaşmak için neler söylersiniz?

Ayfer Karakaş

Çocukluğumdan beri şiirle iç içeydim. Şiir konuşan bir ailede büyüdüm. Bu yüzden şiire başlamak benim için kaçınılmaz oldu. Okuma yazmayı öğrenir öğrenmez şiir aleminin ortasında buldum kendimi. Hikayem de burada başlar tam olarak. Kitaplardaki şiirleri okumak, bana bambaşka bir heyecan verirdi. Her yıl birikerek, tanıklıklarımı çoğaltarak, kendimden azalarak bazen artarak bu kitabı hazırladım. Bu kitabı yayınlamak benim hayalimdi ve ben hayalimi gerçek kıldım. Bu, büyük mutluluk öncelikle. İçimde ağır bir taş vardı ve ben bu taşı denizde sektiriyor gibiyim.

Kitabınızın çarpıcı bir ismi var; Ölü Geyikler İçin Eleji. Peki bu ismi belirlemenizde neler etkili oldu, ismin bir öyküsü var mı?

Ölü Geyikler İçin Eleji, bir şiirimin adı. Eleji, Fransızca’da ağıt demek; Batı literatüründe edebi bir tür. İnsan, girdiği kalabalıklarda bazı ölüler bırakır. Bazen insan, bazen nesne. Kamburlaşan özgürlüklerimizi, “öteki”nin özgürlüğünde dizginleriz. İşte bu şiir de dizginlediğimiz özgürlüklerimiz adına bir ağıttır.

“leyla sen güzelsin yanındaki çirkin” isimli şiirde çocuk gelin gibi toplumumuzun henüz yenemediği bir soruna eleştiri getiriyorsunuz. Bize biraz bunu anlatır mısınız?

Çocuk gelin sorunu, yalnızca bizim toplumumuzun değil geri kalmış pek çok Asya ve Afrika ülkesinin de sorunudur. “leyla sen güzelsin yanındaki çirkin” şiiri, erken yaşta kadınlık rolü giydirilmiş kız çocuklarının çığlığıdır. Aile içinde şiddete maruz kalan, okula gönderilmeyip eğitimsizliğe mahkum edilen, oyuncaklarla oynaması gerekirken evlendirilen çocuklarımızın şiiridir.

Şiirlerinizde hayvanlar, doğa, toplumsal sorunlar göze ilk çarpan imgeler olarak karşımıza çıkıyor. Bu imgeler anlatının akışında kendiliğinden mi, yoksa bir kaygının yahut itirazın sonucunda tasarlanarak mı ortaya çıktı?

Çocukluğumda doğayla fazlasıyla iç içeydim. Hayvanlarsa bizim olduğu kadar dünyanın asıl ev sahiplerinden biridir. İçinde bulunduğumuz toplumda yaşadığımız pek çok sorun gerek sosyokültürel gerek ekonomik gerekse politik, bizim duvarımıza çarpar ve mutlak yankı bulur. Çünkü duvar, bizi yalıtmaz. Aksine birey ve toplumu bütünler. Bu yüzden itirazımı, içimdeki duvara çarpan her şey adına yükselttim sesimi.

“kendi sırtını döven kırbaç
ve kendi savrukluğuna tutkun kasırga alıp götürecek bizi”
Kendini tekrar tekrar okutturan bu dizeyi şairinin ağzından dinlemek isteriz. Buradaki anaforun şiirinize etkisini anlatır mısınız?

En derin anlamsızlığın içinde lotus çiçeği gibi kendi kendini arındıran, anlam umudu yaratmak benimkisi. Ruhumuzda tutunamadığımız kaçışlardan, kaoslardan bir sığınma isteğimiz hep vardır. Tutarsızlık içinde hep bir sakin kalma itkisi bu. İşte kırbaç, kendini döverken aynı zamanda sağaltır da. Hayat içinde savruk birer yaprağız her birimiz. Yola çıktığımız ve varmak istediğimiz yerler bambaşkadır. Bu yolda varoluşumuzun simgesi de bir kırbaçtır, kasırgadır.

“ve içime siyah bir ova gibi yayılır hiçlik” diyorsunuz bir dizede. Kitabın genelinde de bu karamsar tavır kendini belli ediyor. Aynı zamanda bu duruma itiraz da yükseliyor. Buradaki hüzün ya da küskün tavır hakkında neler söylersiniz?

İyinin kıymetini bilmek için kötülüğün de varlığı, güzeli anlamak için çirkinliği de tatmamız gerekir. Aydınlığın kıymetini bilmek için karanlığın içinde yankımızı solumamız gerekir. Aslında karanlık, aydınlığın gerekçesidir. Eklektik felsefe diyelim.

“bir ok sırtımda geceyi deliyor
yanağımdaki gamze ağlama çukuru
durup dururken susamlı çöreğe hevesleniyorum
yağmurlar bekliyorum artık
buğuya camın ardını çizmek istiyorum
geçmiyor tek kişilik odalarımdan gülüş”

Buradaki yalnızlığa değinmek istiyorum. Hayatın içinde hepimizin savruk duygularına parmak basan halin sizdeki yansımasını dinleyebilir miyiz?

Hayatta kendimi hep tek hissettim. Çocukluğumdan beri bütün işlerimi çevremden bağımsız yapmaya çalıştım. Şikayet ettiğim bir durum değil bu, ruhumu özgürleştirdim. Başkalarına bağımlı yaşamaktansa özgür bir tay gibi koşmayı yeğledim. Kalabalıklar beni çekemedi kendine. Yalnızken daha da çoğaldığımı hissettim. İçimdeki çocuk, bir başına, kendine buyruk. Seviyorum böyle olmasını. Onu hiç bir şahsa, nesneye ve kanuna tabi tutmayacağım.

Türk şiirinin dönemlerini düşündüğümüzde sizi en çok kendine çeken ve şiirleriniz üzerinde etkili olan dönem hangisidir, biraz söz eder misiniz?

Bunu benim söylemem ne kadar doğru bilemiyorum ama İkinci Yeni’yi kendime yakın buluyorum. Turgut Uyar‘ın dediği gibi bazen “kalemimizden kaçan şeyler”, iç dünyamıza ve dünyayı algılayış özelliğimize dair ip uçları verir. İkinci Yeni de anlamı karartan, kendi içinde katmanlı ve derinlikli bir söyleyiş özelliği barındırır. Ben de işte bu söyleyişi sevenlerdenim.

Edebiyatımızda ve dünya edebiyatında sizi etkileyen şairler kimlerdir? Takip ettiğiniz yeni nesil şairler kimlerdir?

Neruda, Rilke, Turgut Uyar, Ece Ayhan, Ahmed Arif, Fazıl Hüsnü Dağlarca gibi şairlerden beslendim. Günümüz şairlerinden İlhan Kemal, Gökhan Arslan, Devrim Horlu, Hicran Aslan gibi şairler, okumaktan keyif aldığım, beni sarsan, üzerimde etki bırakan şairlerdendir.

Türk şiirinin son dönemini ele alacak olursak yeni bir akımdan söz etmek mümkün mü sizce?

Özellikle 2000 sonrası kuşakta çok farklı bir devinim söz konusu. Sokağın edebiyatımıza girmesiyle, imge sarhoşluğu yerine daha gerçekçi ve ayağı yere basan aynı zamanda lirik bir söylemin vurgulanması söz konusu. Bu söyleme yeni bir akım demek ne kadar mümkün bilemiyorum.

Ayfer Karakaş İle Şiir Üzerine, Yaşar ERCAN
#sin16, 2019.