Edebiyatın farklı türlerini ustalıkla okurlarıyla buluşturan ve bu buluşturuculukta isminden sıkça söz ettiren Altay Öktem, farklı dil ve kurguyla işlenmiş Thomas Düşerken romanı ile çıktı karşımıza. Sevgili Öktem ile biraz Thomas’tan, biraz edebiyattan, biraz da hayattan konuştuk. Bizim için keyifli bir sohbet oldu, dilerim sizler de aynı keyfi alırsınız.
Gerçekle kurgunun iç içe geçtiği ve sonra oyunun içinden bizi selamlayan farklı bir dille yazılmış bir kitap Thomas Düşerken. Thomas’la ilk buluşmanız nasıl oldu?
Thomas’la 2005-2006 yıllarında, Penguen dergisinde yazarken tanışmıştım. Maceraları ara sıra küçük anekdotlar halinde yazıların arasına sızıyordu. Bir de yazının içinde kullandığım bazı fotoğraflara Thomas Dumas imzasını atıyordum. Bir çeşit hayali kahramandı yani. Dergideki yazılara son verince Thomas da ortadan kayboldu. Yıllar sonra fark ettim ki aslında kaybolmamış, hayalimde yaşamaya devam etmiş, hatta bilinçaltımda olgunlaşmış. Kısacası Thomas oldukça eski bir dost benim için.
Peki, gerçek ve kurgu arasındaki fark nedir?
Kurgu gerçekten beslenir ve gerçeği dönüştürür. Zamanla, ikisi arasındaki mesafe kısalır; gerçekle kurgu iç içe geçebilir. Zaten gerçekle kurgu arasındaki o ince, pamuk ipliğine bağlı alanda gezinmek, bunu sorgulamak, bu romanın temel sorunsallarından biri.
“İnsanı enlemesine değil, derinlemesine etkileyen çekicilikten her zaman korkmuşumdur. Gittikçe daha fazla değil, gittikçe daha derinden etkilenirsiniz. Doz değil, derinliktir tehlikeli olan” diyorsunuz kitapta. Bu gerçekten de böyle midir, doz ve derinlik kavramları?
Kesinlikle. Ama buradaki “tehlikeli olma hali” görecedir. Çoğu insan için o tehlike başlı başına bir çekicilik oluşturur. Derinlemesine etkilendiğiniz şey sizi içine çeker ve kolay kolay çıkamaz, o etkiden kurtulamazsınız. Mesela aşk böyle bir şeydir. Tutku böyle bir şeydir. Bir insana ya da bir fikre yüzeysel olarak çok bağlanırsanız sorun yoktur. Derinlemesine bağlanırsanız, artık kendiniz olamazsınız, hatta onun bir parçası olursunuz.
Thomas bir roman kahramanı değil de adeta biz okurların tanıdığı bir kişi olarak hayatımızdan biri gibi çıkıyor karşımıza. “Çekemediğim fotoğrafları Dumas’a çektirdim” diyorsunuz, aynı zamanda. Bu fotoğraflar yazı da mı kalacak yoksa fotoğrafa zaman ayırmaya devam ediyor musunuz? Yani Thomas’ın hayatımızdaki varlığı devam edecek mi?
Sadece izleyici olarak zaman ayırıyorum fotoğrafa. Romanı yazarken, Thomas’ın çektiği her kareyi gözümde canlandırdım. Şimdi sıra, romanı okuyup, o fotoğrafları kendi zihninde canlandıran bir fotoğraf sanatçısının Thomas Dumas fotoğraflarıyla ortaya çıkmasına geldi. Şu anda bir Thomas Dumas sergisi hazırlandığını, çekimlerin sürdüğünü biliyorum. Sanıyorum yıl sonuna doğru sergilenecek fotoğraflar. O zaman roman bütünlenecek aslında; ben okurun algısıyla oynayıp sahiden Thomas Dumas diye biri var mı sorusunu sormalarını sağladım, fotoğraflar ortaya çıkarsa, Thomas’ın varlığı kanıtlanmış olacak aslında. Kurgu, başka bir kurgu sayesinde perçinlenip gerçeğe daha da yaklaşmış olacak.
Kitapta gazete başlıklarından, haberlerden bahsediyorsunuz ara ara. Gerçekten de Türkiye’deki habercilik anlayışı biraz bu şekilde sanırım. Bu neden böyle sizce?
Bu çok geniş bir konu. 1980’lerden itibaren aşama aşama gelinen, son dönemlerde hızlanan politik tavrın basına yansıması sadece. Etik değerleri tek tek yok edip yerine çıkarcılığı ve rantı koyma anlayışının bir sonucu. Altyapı ve üstyapı kurumları birbirinden ayrı, bağımsız hareket etmez, edemez zaten. Türkiye’de eğitimin seviyesi, hukukun seviyesi, sağlığın seviyesi neyse, basının seviyesi de o. Kötü olan şu; kendiliğinden gelişen doğal bir süreç değildi bu, planlanan ve adım adım uygulanan bir değersizleştirme, niteliksizleştirme politikasının sonucuydu. Romanda, Maria ve Anders’le ilgili bir haberin, Almanya’daki ve Türkiye’deki gazetelerde yer alması gerekiyordu. Gerçekçi olması için bu haber Almanya’daki bir gazetede ne şekilde yer alır, Türkiye’deki bir gazetede nasıl yer alır diye kurgulamaya çalıştığımda, ortaya böyle bir trajedi çıktı ve bu içler acısı durumla yüzleşmek durumunda kaldık.
26 yıllık edebiyat hayatınıza 26 kitap sığdırmışsınız. Bu çok önemli bir nicelik ve kitaplarınızı okuyanlar da niteliğinin gayet farkında. Kitaplarınız arasında sizde en büyük hikâyeye sahip olan hangisi?
Kitaplar arasında ayrım yapmak zor. Ancak, yayınladığım inceleme, antoloji ve denemeleri bir yana ayırırsam, şiir, roman ve öykülerimden oluşan on beş kitaplık bir külliyat çıkıyor ortaya. Bunlar benim kendi benliğimi keşfetmeme ve okurun benliğiyle doğrudan iletişim kurmama olanak tanıyan yapıtlar. Hepsinin toplamı benim hikâyem aslında. Başkalarının hikâyeleriyle kesiştiği oranda da gerçek bir hikâyeye dönüşüyorlar. Büyüklük ise göreceli bir kavram. Sanırım başkalarının hikâyeleriyle ne deli bütünleşiyorlarsa, o oranda büyük bir hikâyeye sahip oluyorlardır.
Şiir, öykü, deneme, roman, çocuk kitapları, dergiler ve fanzin derlemesi… Hepsi kelimelerin gücüyle var olan ancak farklı şekillenen bir edebiyat bütünü. Siz de bu bütünün her alanına dokunarak çeşitlendirmeye devam ediyorsunuz. Tercih demeyelim ama size daha yakın olan hangisi?
Hiç düşünmeden cevap verebilirim bu soruya: Şiir. Dünyayı şiirin penceresinden görüyorum, şiirin penceresinden algılıyorum. Ancak söz fazla biriktiğinde ve kendimi ifade edebilmek için başka bir dile ihtiyaç duyduğumda romana, öyküye, denemeye yöneliyorum.
Birlikte büyüdüğünüz, size yolculuğunuzda eşlik eden yazarlar ve kitaplarınız hangileridir?
Çok fazla yazar, sayamayacağım kadar çok kitap var. Ama Nazım Hikmet, Sabahattin Ali, Sait Faik, Edip Cansever, Turgut Uyar, Kafka, Oğuz Atay, Yusuf Atılgan, Cemal Süreya, Poe, William Blake, Celine, Beckett, Ionesco, Bilge Karasu, Sartre, Camus ve Lovecraft’ı beni biçimlendirmiş ve yolculuğumda hep yanımda olmuş yazar ve şairler olarak anabilirim.
Altay Öktem’den Beşinci Boyutun Fotoğrafı: “Thomas Düşerken”, Demet AKSU
#sin10, 2018.