Şair Fatih Akça’yla Günümüz Şiiri ile ‘Otağ ve Yazgı’ Üzerine – Yaşar ERCAN

“ah gül koyarlar gecenin yarasına
uzun paltolu yazılar ayaklanıyor içimde
cinayettir gülün kırılışı
bu sular ecel, bu sular kara, bu sular ziyan
bahara”

dizeleriyle Çağdaş Türk Edebiyatı’na ilk şiir kitabı olan Güller ve Atlar’ı (2014) sunan Fatih Akça daha sonra Taşlar ve Avlular (2015), Kış ve Sapa (2017) ve son olarak da Ötüken Neşriyat aracılığıyla Otağ ve Yazgı’yı okurlarının beğenisine sundu. Özgün bir şiir dili kuran, Türk dilinin tarihsel yolculuğundan payına düşeni okurlarıyla paylaşan şair Fatih Akça ile hem son kitabını hem de Türk şiirinin günümüz edebiyatındaki yerini konuştuk.

Öncelikle yeni kitabınız uğur getirsin. Dört şiir kitabı ve dördünde de “ve” bağlacıyla köprülenmiş iki isim. Belli ki sizin için kitap isimlerinde bu kalıbın özel bir anlamı var. Bu tercihinizin sebebini öğrenebilir miyiz?

Fatih Akça

Son kitabımın adını Moğol Lekesi olarak düşünmüştüm, zira kitapta bu adla da bir şiir vardı. Fakat talihsizlik olsa gerek, 2018 yılında Moğol Lekesi isimli bir kitap yayımlanmıştı, haliyle benim başka bir isim vermem gerekti. İlk üç kitap paralelinde bakarsak “Gül, At, Taş, Avlu, Kış, Sapa” sevdiğim kelimeler, bunlar aynı zamanda ilk üç kitabın tematik unsurları, şiirlerimi yakından takip edenler bilirler. İlk üç kitap otobiyografik ögeler de taşıyordu ama son kitap için durum biraz farklıydı, o nedenle “ve” bağlacını kullanmak, bu kitabı da onların devamı, bir parçası olarak görülmesine yol açar mı bilmiyorum. Bazen “Bunda da vardır bir hayır” demek gerekiyor galiba. “Ve” kalıbının çok da özel bir anlamı yok, kendiliğinden gelişen bir şeye dönüştü hâlâ da devam ediyor.

Otağ ve Yazgı’nın yolculuk hikayesi nedir?

Başlangıç noktası çocukken annemin anlattığı bir masaldı. Çok sevmiştim ya da çok ilginç gelmiş ki aklımda yer etmiş. Bu masalın başka bir varyantını Bahaeddin Ögel’in Türk Mitolojisi’nde görünce şaşırmış ve heyacanlanmıştım. Annem anlattığı masalın binlerce yıl önce sözlü edebiyatımızın bir parçası olduğunu elbette bilmiyordu. Biraz daha derin araştırdıkça toplumda hâlâ var olan birçok şeyin kökünün geçmişte sağlam kökler üzerine kurulduğunu gördüm. Bunu yeniden kendi estetik ve şiir anlayışımla bir kere daha vurgulamak istedim, son dönemde de buna paralel çok iyi çalışmalar yapılmaya başlandı Türk şiirinde. Otağ ve Yazgı o nedenle benim ilk üç kitabımdan farklı temeller üzerinde yükseldi. Yaşamın içinde fark etmediğimiz birçok davranışın, düşüncenin kökeninin çok derinlerimizde var olduğunu bilmek, bunun tekrar günümüz koşullarında su yüzüne çıkmasını sağlamaktı amacım.

Kitap iki bölümden oluşuyor; birinci bölüm Otağ, ikinci bölüm Yazıt. Yani mekan ve kelamın birbirini sarması kendini gösteriyor. Şiirleri bölümlere ayırırken neye dikkat ettiniz, sizin için ölçü neydi?

Yazıt bölümü dikkat edilirse Orhun Kitabelerine yapılan göndermeler içeriyor, elbette tam olarak o değil. Otağ bölümü ise daha geniş bir anlatıma sahip kitabı bölümlere ayırırken kafamda bu vardı.

Otağ ve Yazgı, Ötüken Neşriyat, 2019.

Kitapta otağ, göç, kan, kam, gök, at, ateş, orman kavramları tekrar tekrar kendilerine yer bulmuşlar. Bu kavramlardan bahsedelim mi biraz, nedir derinlikleri?

Aslında yukarıda da bahsettim bu kelimeler bizim için psikolojik ögeler de barındıran belki de Türk toplumunun kısa özetini veren kelimeler. Göç, at, orman, kan daha önce de kullandığım kelimelerdi. Şiir eleştirisinde artık kelimelerin arketipleri önemli yer tutuyor, haliyle yazarken de bu böyle. Bu kelimeler kitabın izleklerini de oluşturuyor, yeni anlamlar kazanarak, başka noktalardan bakarak bunları vermeye çalıştım. Bu kelimelerin birçoğu günümüz şiirinde de bolca kullanılan izlekler bu elbette bir risk de taşıyordu, çünkü ortak ve yoğun kullanılan kelimeler belli bir zaman sonra eprimeye ve değerini yitirmeye başlar fakat Türk mitolojisini konu edinen bir şiir kitabı için onların anlamını yerinden oynatmak ya da sağlamlaştırmak gerekiyor. Tamamını açıklayamasak da göç, Türkler için hayati bir öneme sahip; hem geçmişlerinde sürekli bir yurt arayışını hem de günümüz de bireysel anlamda bir yerden başka yere yeniden başlamak, bir düzen tutmak için yapılmaya devam eden bir eylem. Eğer bu kavramın psikolojisini bilemezsek neden “Almanya Acı vatan” diye türküler yakılıp, filmler çekildiğini de tüm bağlamları ile kavrayamayız. Otağ kelimesi de öyle, her ne kadar bugün evlerde oturuyor olsak da mekanın poetikasına bakarak rahatlıkla eski köy mimarisinin çadırları anımsattığını görebiliriz. Köy evlerinin ana ögelerinden birisi olan ocak ve ateşin yerinin bir çadırı anımsattığını anlamak zor olmasa gerek.

“kandan başka neyle döndürdük dünyayı
andan başka ne kaldı çadırımızda”

Çiçek Biçimli Otağ isimli şiirinizde bu dizeler geçiyor. Savaşların dönüştürdüğü dünya ve geriye kalan toplumsal acılar, sorunlar ve birçok kaybın itirafı belki de pişmanlığı var bu dizelerde. Toplumsal döngüde sizi şiir yazmaya teşvik eden anlardan konuşalım istiyorum, şiirinizin çehresini ve çevresini belirleyen, düşüncelerinize etki eden unsurlar nelerdir?

Tematik bir anlatı dediğim gibi benim şiirlerimin öznesini oluşturuyor, yani şairin anlatacak bir derdi olması gerek sadece dert de değil başka bir dünya bu bazen var olanın çelişkisini bazen gelecekte ümit ve hayal edilen ile ilgili. Şiirlerim de toplumcu bir yön her zaman yer tuttu, bunun olması kadar da doğal bir şey yok diyorum. Bir şairin toplumu anlamaya, onunla uzlaşmaya, çelişkilerini derinleştirmeye her zaman ihtiyacı var. Yaşayan bir şiirin ancak böyle mümkün olacağını düşünüyorum. Bugün toplumsal acıların tamamını hissetmeden bir şiir yazılabilir mi, bilmiyorum. Yanı başınızda senelerdir insanlar öldürülürken bunu görmezden gelmek mümkün olur mu, fakat şu ayrıntıyı unutmamalı elbette savaşın nedenlerini, sonuçlarını da tahlil etmesi gerekir bir şairin; yani körü körüne hümanist yaklaşımlardan sıyrılması, kendine ait bir bakış açısına sahip olması gerekir. Demem o ki bir şairin “özel bir dünyası” olmak zorundadır. Bunun için de bazı kavramları, olayları tahlil edecek yeniden yorumlayacak bilgi ve görgüye sahip olmalı.

Kitapta Türk kültürünün unutulmaya yüz tutmuş –en azından Anadolu için– birçok motifine yer veriyorsunuz. Şiirleriniz birçok mitolojik öğe barındırıyor. Orta Asya’dan Anadolu’ya miras kalan gelenekleri düşünecek olursak Otağ ve Yazgı’nın önemli bir hafıza tazeleyici olduğunu düşünüyorum. Şiirlerin hikayelerine ev sahipliği yapan Orta Asya’nın sizin hayatınızdaki yeri nedir ve mekanın zamansal döngüsünü nasıl yorumlarsınız?

Öncelikle bir şeyi düzelteyim “miras kalan gelenekler” sözü doğru değil, zira henüz ortada ölen bir kültür yok, o nedenle miras değil yaşayan, kendini yeniden biçimlendiren kültürel ögelerimiz var. Hafızayı tazelemek istediğim doğru, her ne kadar bu gelenek, kültür toplumda varlığını korusa da birçok yerde nereden geldiğine, nasıl değiştiğine dair bağlantılar kurulamıyor. Buna yönelik gerçekten güzel, bilimsel çalışmaların da sayısı her geçen gün artıyor, haliyle benim de bir şair olarak bunu görmezden gelmem doğru olmazdı. İlber Ortaylı, Azerbaycan Türkçesi için şöyle bir şey söylemişti “Azerbaycan Türkçesi, Türkiye Türkçesinin gençliğidir, insan gençliğini sevmez mi?” haliyle Orta Asya da bizim hayatla, kendimizle, doğayla ve tarihle ilk bağlantıyı kuruduğumuz yer. Adonis cahiliye dönemi şiiri için buna benzer bir görüşü dile getiriyordu. Hangi insan ilk evini özlemez, çocukluğumuzun geçtiği evi düşünelim insan belli bir yaştan sonra orayı anımsamaya, özlemeye başlamaz mı? Mekanın bende tam olarak karşılığı bu; zaman olarak işleyen her şey gibi birçok şeyi farklılaştırıp yeniden kullanıma sunar fakat bunun köklerini aramak bizim işimizdir. Şiirin dil işi olduğu hep söylenegelir, bu dilin ilk oluştuğu yeri, koşullarını bilmemek, merak etmemek olacak şey midir?

Şiirlerinizde sıklıkla öz Türkçe diyebileceğimiz kelimelere rastlıyoruz. Bunun poetik evren oluşturma açısından sizce önemi nedir?

“Türkçe – Öz Türkçe” konusu bence artık gündemimizde bile olmaması gereken bir konu, sanki ikisi farklı şeyler gibi konuşuyoruz. Ahmet B. Ercilasun Dilde Birlik kitabında “yabancı kökenli kelimelerin artık kullanılan dile ait olduğunu” söylerken doğru bir şey söylüyordu, dil yaşayan bir şey. Dönemlere ayırmak dil bilgisi için geçerli ama kültürel olarak doğru olduğunu düşünmüyorum. Türkçe sözlükte bulunan bütün kelimeler, kökenine bakmaksızın bana ait, bize ait diye düşünüyorum haliyle onu kullanmaktan neden çekinelim ya da poetik bir kavram oluşturacağız diye neden onu zorlayalım. Dil zorlamaya gelen bir şey de değildir fakat şairin zaman zaman eski kelimelere merakı, kullanımı elbette olur, bunu belirleyen şey biraz da metnin kendisidir. Örneğin kitapta dünya yerine acun, kalp yerine yürek gibi kelimeleri seçmiş olmam metnin kendini daha doğru ifade etmesini sağlamaktı. Dilde sadeleşme önemli bir konu, biliyorsun Türkiye’de de bu denendi ve başarılı oldu, başarısız olduğu yerler de vardı, bazı şeyleri dönemi içinde değerlendirmek gerekiyor. İşte dil devriminin en önemli süvarileri şairler olmuştu, Dağlarca’nın dil devrimi döneminde Türkçeye kazandırdığı kelimeleri biliyoruz. Ne diyordu şair “Türkçem benim ses bayrağım” mesele biraz da burada, oldukça kullanılışlı bir dilimiz var bu noktada, şiirselliğini Orhun Yazıtlarında bile görebiliyoruz.

Sizin için şiir nasıl başlar? Şekille mi, bir fikirle mi, imgeyle mi?

His diyelim, birinci ve temel unsurun bu olduğunu düşünüyorum, diğerleri bunlardan sonra gelen ögeler. İmge ise en son halkası olsa gerek, bir sıralama yapmak da mümkün değil elbette.

“burada dağların çocukları vardır
onlar betiklerde kara çadırlı bir halktır
bir ekmeği yer gibi okurlar hikayelerini
ufka hep korkusuz cüretle bakarlar”

diyorsunuz Khun Yazıtı’nda. Bilinir ki şiir toplumsal hayatın hafızasıdır. Geçmiş ile gelecek arasında kültürel bağ görevi gibi de doğal bir sorumluluğu vardır şiirin. Bu dizelerdeki varoluş hikayesinden biraz söz eder misiniz?

Khun Yazıtı, isminden de anlaşılacağı gibi Proto-Türk olan Hunlara bir gönderme barındırıyor, bu şiir de biraz geçmişe dışardan bakmaya çalışmıştım. Arkeolojik kazılar ve yapılan çalışmalar ile Hunlar ile Türklerin akrabalığı kanıtlanmasına karşın bizim ülkemizde nedense bazı çevrelerce bu konu hâlâ tartışılıyor, aksini iddia edenler bile var. Bu da üzücü bir şey demek ki biz önyargılarımızın, dünyaya baktığımız yerin bilimin karşısında bile nasıl bağnaz ve kör olabileceğini gösteriyor. Buna gerçekten üzülüyorum. Dağ, mağara mitolojimizde belli bir dönem başat rol oynamış bir kavram Oğuz Kağan destanından önce Ulu Han Ata destanımızda da mağara önemli bir yer tutar, hatta dağı baba olarak gören Türk toplulukları olduğunu biliyoruz. İlk başladığımız yer dağ diye düşünüyorum, demirden dağ, mağarasında atalarının hayat bulduğu dağ. Betikler, Ön Türk tarihi ile ilgili en geniş belgeler Çin kayıtlarında, orada kara kavramı belki de hâlâ aynı anlamda çeşitli çevrelerce bize olan bakışı yansıtıyor. Ekmek nasıl bir ihtiyaçsa edebiyat da bir ihtiyaç, yazının olmadığı zamanlarda sözlü edebiyat bir harç işlevinde; bugün hâlâ Kırgızistan’da Manas destanı düğünlerde okunuyor, destan okuyucusu diye bir meslek bile var. Ufka bakmak göç etmeyi düşünmekten başka neyi ifade eder bilmiyorum. Elbette okuyucu şiirleri kendisine göre yeniden anlamlandırır yeniden üretir.

Günümüzde belki de insanın ortaya çıkan yeni ihtiyaçları ile beraber şiirde yüzeysellik fazlasıyla karşılaştığımız bir durum haline geldi. Hatta sosyal medyada alıntılanma yapılan, belli zamanlarda o mecrada parlayıveren yeni nesil şairlerle karşılaşıyoruz. Şiirde derinliğin, kalıcılığın ve özgünlüğün ötelenmesinin temelinde sizce ne yatmaktadır?

Şairler, yayınevleri, ödüller, dergiler. Hepimizin bilerek ya da bilmeyerek suç ortağı olduğu bir konu bu. En can acıtıcı kısmı bilerek buna yönelenler. Şiir bunu aşacak kadar güçlü diye düşünüyorum çünkü onun, zaman adında bir kılıcı var ve bu konuda oldukça acımasız. Herkesin bu konuları eleştirdiği, rahatsız olduğu da bilinen bir gerçek, bu kadar rahatsız olunan bir konu hâlâ gündemde kalıyor, çözülmüyorsa bu rahatsızlık da gerçek bir rahatsızlık değildir. O nedenle şiire güvenmekten başka çaremiz şu aşamada yok.

hep aynı görüntülerden geçtim
dağ, gök, toprak ve otağ
üveylik bir ayak benimkisi
biraz yola biraz kendine epriyen

ilk yürüyenlerin haritası adlı şiirinizde geçen şu dizelerden yola çıkarsak, yolda olmak sizce ne demek? Şiirin insanın iç dünyasına yaptığı derin bir yolculuk olduğunu birçok şair belirtmiştir. Sizin yolculuğunuzun hikayesi nedir?

Her şair insan ve her insanın bir hikayesi var, ait olduğu kültürün yolculuğunun bir parçası kendisini anlamayan, bilmeyen, anlamlandırmayan bir insanın çevresini anlaması mümkün değil. Benim yolculuğum da bundan başka bir şey değil, fakat önemli gördüğüm husus buraya takılıp kalmamak hâlihazırda var olan yolculuğu estetik ve biçimsel olarak evrensele ulaştırmak gerekiyor. Bir şair için kendi yolunun anlamı bu olmalı.

Son zamanlarda bazı yayınevlerinin ortaya attığı bir tartışma var; Türkçe edebiyat. Ben bu konuda sizin görüşünüzü merak ediyorum. İfadenin sizce doğrusu nedir; Türk Edebiyatı mı, Türkçe edebiyat mı?

İddia değil, iki yüzlülük! İlginç değil mi aynı yayınevinin çevirdiği kitaplara Alman, Rus, Fransız edebiyatı demekte bir sakınca görmeyip Türk edebiyatı demekten çekiniyor olması? O nedenle sorunun cevabını da bu yayınevleri kendi içlerinde zaten vermiş oluyor. Türkçe edebiyatı söylemi zaten sorunlu bir söylem, hangi Türkçe, Türkçe geniş bir havzada konuşulan bir dil, yani bu tanımla işin içinden çıkılamaz, bir yere varılamaz. Bu konuda Özdemir İnce’nin oldukça güzel yazıları var, okunması gerek. Haliyle Türk şiiri denilmesi daha uygun. Zaten Türkçe şiir kavramı son yıllarda icat edildi, altı da temeli de çürük.

Çağdaş Türk Şiiri’ne baktığımızda ideolojik düşünce fark etmeksizin İkinci Yeni etkisi görülüyor. Kimi şairler bu etkiden kurtulmak ya da yeni bir şiir türüne yönelmek adına “deneysel şiir” yazıyorlar. Deneysel şiir hakkında görüşlerinizi sorsak Türk kültürünün geçmişinden bu yana şiirdeki devinimini de göz önüne alarak neler söylersiniz?

Türk şiirinde İkinci Yeni mitleştirilmiş bir kavram, haliyle miti aşmak her dönem zor olmuştur, hatta imkansızdır. Bugün hemen her dergiyi şöyle tarasan mutlaka İkinci Yeni bir yerlere sokuşturulmuştur. Sürekli tekrar ede ede o kavramı mitleştirdiğimizi düşünüyorum. Şair, iyi bir şiir okuru da olmak zorunda, yazılan akıp giden edebiyatı tahlil etmek ancak böylece mümkün. O nedenle temel ölçütüm bir şeyin şiir olup olmadığı. Türk şiirinin lirik bir damar üzerine kuruluşu çok önceden beri var olan bir şey, bilinen ilk Türk şairi Aprın Çor Tiğin’in şiirinde bile bunu görmek mümkün yani bizim şiirimizin çıkış yeri bile lirik. Fakat gelişen koşullarda şiir, elbette şiir kabına sığmayan bir şey, bir yere takılıp kalamaz o nedenle iyi bir deneysel şiir, kötü bir lirik şiirden daha iyidir, fakat deneysel şiirin kapalılığı, içe dönüklüğü Türkiye’de bir gelenek olarak kendini var edememiş olması gibi sorunları da var. Zaman ne getirir elbette bilinmez fakat deneysel şiirin bizim edebiyatımızda işi hayli zor görünüyor. Bir diğer sorun da poetik metin üretiminde kısır oluşumuz… Bir şiiri, edebiyatı genişleten şey eleştiridir o da bizde şu aşamada doğru kullanılan bir şey değil.

 

Şair Fatih Akça’yla Günümüz Şiiri ile ‘Otağ ve Yazgı’ Üzerine, Yaşar ERCAN
#sin18, 2019.