“Good morning! Oh, in case I don’t see ya, good afternoon, good evening and good-night.”
Geriye kalan veya kalacak anları peşin vererek tek bir ana sığdıran bu cümleyi Truman Burbank gibi telaffuz edebilecek misiniz, bilemiyorum. Ben edemiyorum, onu itiraf edeyim. Zaten bu dergiyi takip ediyorsanız, bu satırların yazarının gereksiz itiraflarından haberiniz var demektir. Yine edebiyat mabetlerinde pek mum yakmadığımı da biliyor olmalısınız. Neyse, bu yazı daha ciddi ve ağırbaşlı olmamı gerektiren oldukça çetin bir konuya ilişkin. Gevezeliklerim, beni ciddiye almanızı engelleyebilir, ne diyordu Şahika Koçarslanlı “the medium is the message.”
Truman Burbank, tıpkı Neo gibi postmodern bir anlatıdır. Truman,
insanların evlerinde 24 saat izlediği bir dizinin kahramanıdır. Ama o, bir senaryoyu oynadığından habersizdir. Çünkü bir TV kanalı tarafından daha bebekken evlat edinilmiştir, ondan sonra tüm hayatı suni bir stüdyoda yirmi dört saat insanlara izletilmektedir. Hayatı rutin ve sorunsuzdur, gördüğü yüzler aynı kişilerdir, bu kişiler hep aynı işle meşguldür. Bir gün ölü bildiği babasını bir caddede görüyor, o olduğundan emin, ama adam kayboluyor. Ondan sonra daha dikkatli ve şüpheli bir gözle hayatı yaşamaya başlıyor. Daha fazla spoiler verip hassas bünyeleri kızdırmayayım isterseniz, düş- man kazanmak kötü bir şeydir. Ha, bu arada günün sonunda o kapıdan çıkıyor. Beyaz tavşanı kovalamak üzere hoş bir hanım ve arkadaşlarının peşinden giden Neo’nun paralarını ve bazı özel parçalarını içinde sakladığı “Simulacres et Simulation” kitabı hem Truman’ı hem de Neo’yu anlatır biraz. Gerçi Jean Baudrillard, Neo konusunda bizimle çok hemfikir değil; bunu kendi ağzın- dan duyduk. Truman konusundaki fikirlerini bilmiyorum. Baudrillard, “simülakrum asla gerçeği gizleyen şey değildir. Simülakr olanın, vakanın (fact) yokluğunu gizleyen bir hakikattir. Simülakr hakikattir.” epigrafıyla eski Ahit kitaplarından Ecclesiastes’ı tahrif ederek başladığı Simülakrlar ve Simülasyon kitabına Borges’in meşhur tek paragraflık kısa masalıyla devam eder. Borges, Bilimde Kusursuzluk Üzerine’de bir imparatorlukta, tüm imparatorluğu kaplayan, imparatorlukla bire bir ölçekte bir harita geliştirildiğini, öyle ki, harita, noktası noktasına gerçeğiyle çakıştığı anlatılır. Duyarsız sonraki kuşakların bu haritayı ihmal ettiğini, güneş ve yağmur altında yıpranmaya terk ettiklerini söyler Borges. Bu masal Baudrillard’ın elinde başka bir hâl alıyor. Baudrillard’a göre, bizler bir simülakrum olan haritanın üstündeyiz ve onun örttüğü ülkeyle (gösterilen) bir ilişkimiz kalmadı. Ülke, haritanın kendisi oldu. Truman’ın olayına ne kadar benziyor değil mi? Dünya içinde bir dünya (stüdyo) inşa ediyoruz ve dünyayı, o stüdyodan ibaret sanıyoruz, bizim için simülakrum olan stüdyo, dünyanın kendisi oluveriyor. Buna daha sonra tekrar döneceğim.
Baudrillard postmodern toplumu, TV, sinema gibi medya ögeleri, sibernetik modeller, kumanda sistemleri, bilgisayarlar, eğlence ve bilgi endüstrileri ekseninde çözümleyemeye çalışır. Artık topluma hâkim olan bunlardır. Bu toplumda artık gösterge, temsil veya kopya gerçekliğin yerine almıştır. Çağımızın temel hastalığı dediği gerçeğin üretimi ve yeniden üretimi, artık hakikati ortadan kaldırmaktadır. Gösteren ile gösterilen, hakikat ile onun kopyası arasında ayırım ortadan kalkmıştır. Yaşadığımız toplum her an bir simülasyona maruz kalmaktadır. Bu simülasyonlar farklı evrelerde gerçekleşir. Baudrillard simülakrum oluşumunu, birbirini peş peşe izleyen bir süreç olarak açıklar. Bir anda ortaya çıkmaz simülakrum. İlki imgenin gerçeğine uygun yansımasıdır. İkinci aşamada hakikat oradadır, ama gizlenmekte, değişmekte ve doğası bozulmaktadır. Üçüncü aşamada hakikatin yokluğu gizlenmektedir. Son aşamada ise artık yansımanın, görüntünün gerçekle hiçbir bağı yoktur, artık ortada olan kendisinin saf simülakrumudur. Dikkat edilirse üçüncü ve son aşama artık hakikat ile sahtenin kısacası simülakrumun arasındaki fark ortadan kalkmaya başlamakta ve nihai durumda yok olmaktadır. Burada artık sentetik bir şekilde üretilmiş gerçek, yani hipergerçeklik ortaya çıkmaktadır. Epistemolojik anlamda bir hakikat artık yoktur ve bir daha asla geri dönmeyecektir.
Yine Baurillard simülakrların üç derecesinden bahseder. Her derece belli bir tarihsel zaman aralığına denk düşer. İlk derece simülakrlar doğacı (naturalist) ve doğal (natural) simülakrlardır. Görüntü, taklit ve sahteciliğe (counterfeit) dayalıdır. Uyumlu, iyimserdir ve Tanrı’nın imajındaki bir doğanın yeniden ya- pılandırılmasını hedeflemektedir. Bu derece simülakrlar Rönesans’tan Sanayi Devrim’ine kadar olan aralığa aittir. İkinci derece simülakrlar üretken (productive) ve üretimci (productionist) simülakrlardır. Enerji ve güce dayalıdır, makine ve tüm üretim sistemi (production) tarafından gerçekleştirilmektedir. Dünya çapında uygulama, sürekli genişleme, belirsiz enerjinin özgürleşmesini amaçlamaktadır. Arzu, bu simülakr düzenine ait ütopyaların bir parçasıdır. Bu derece sanayi döne- mine aittir. Üçüncü ve son derece simülakrlar, simülasyon (simulation) simülakrlardır. Bilgi, model ve sibernetik oyunlara dayalıdır. Maksimum operasyonellik, hipergerçeklik, tam ve mutlak kontrolü hedeflemektedir. Bu derece ise günümüze denk düşmektedir. Simülakrumun birinci derecesi, değerin doğal kanununa, ikinci derecesi değerin ticari kanununa ve üçüncü derecesi de değerin yapısal kanununa dayanmaktadır.
Simülasyon kuramında gözden kaçırmamamız gereken bir husus da gizlemek (dissimuler) ile simüle etmenin birbirinden ayrı şeyler olduğudur. Gizlemek, olan bir şey sanki yokmuş gibi davranmaktır. Masanın üzerindeki sigarayı alıp sakladığınızda, onu gizlemiş olursunuz. Ama o vardır. Simüle etmek ise olmayan bir şey sanki varmış gibi yapmaktır. Gerçek olmayan bir şeyi sanki gerçekmiş gibi sunmaktır. Bir deprem simülasyon merkezine girdiğinizde, depremi (aslında olmayanı) varmış gibi yaşarsınız. -Mış gibi yapmak da simüle etmekten farklıdır. Yani simüle etmek -mış gibi yapmak değildir. Baudrillard tıp, ordu ve ilahiyat alanlarında simüle etmenin nasıl gerçekleştiğini anlatır. Bir hastanın, hastaymış gibi yapmayarak hastalık semptomları göstermesi hastalığı simüle etmesidir, askere gitmek istemeyen birinin deli rolünü oynaması deliliği simüle etmesidir. Bu durum muhatabın elini kolunu bağlar. Çünkü hasta semptomları gösteren birini “bir şeyin yok” diyerek eve göndermek bir risktir. Aynı şekilde çürük raporu alacak kadar deli taklidi yapan birini orduya almak da bir risktir. Baudrillard, bahsetmese de suç işleyip psikolojik rahatsızlık belirtisi gösteren birini hapse tıkmak da bir risktir. Tüm bu riskleri almak kolay değildir. Aynı şekilde ikonlar, semptomlar aracılığıyla bir Tanrı düşüncesi ve tanrısal güç simülakrı ortaya çıkabilir. Bu durumda da tanrısal bir güç simüle edilmektedir.
Baudrillard’a göre Disneyland da bir simülakrlar platformudur, bütün simülakr düzenlerinin iç içe geçmiş olduğu kusursuz bir modeldir. İnsanları Disneyland’a çeken ise çelişkileri ve güzellikleriyle minyatür bir Amerika sunması, minyatürleşmiş Amerika’dır. Fakat bu aynı zamanda Baudrillard’ın imgenin artık hakikatin yokluğunu gizlediği üçüncü basamaktaki simülasyon durumudur. Disneyland “gerçek” ülkenin, “gerçek” Amerika’nın bir Disneyland’a benzediğini gizlemeye yaramaktadır. Evet, gerçek Amerika aslında bir Disneyland değildir. Disneyland’ın çocuksu bir görünümü vardır, bunun nedeni yetişkinlere özgü “gerçek” ve başka bir evren bulunduğu düşüncesini onaylatma arzusudur.
Baudrillard, filmlerin, hipermarketlerin, Watergate gibi politik skandalların, savaşların günümüz dünyasını etkilerini uzun uzun bu hakikat-simülakrum ekseninde değerlendirmeye devam eder.
Pekiyi neden? Evet, neden bir hipergerçeklik dünyasına adım atıyoruz, neden hakikat ile simülakrum arasında ayırım ortadan kalkıyor? Çağdaş toplumda medya kültürü ve hâkim politik ekonominin bu du- rumda büyük rolü vardır. Günümüz medyası (televizyon, film, dergiler, reklam panoları, internet) sadece bilgi veya hikayeleri aktarmakla yetinmez. Özelimizi bizim için yorumlar, sosyal hayatımızı, her şeyimizi bu medya görüntülerinin ekseninde şekillendiririz. Bir e-mail adresi alırsınız, ama bunun için cinsiyetiniz, yaşınız, telefonunuz ve diğer şahsi
bilgilerinizi de kaydetmek zorunda kalırsınız. Bu bilgiler ticari ortaklarla paylaşılır. Bir defa bir ürün arattığınızda, artık girdiğiniz her internet sayfasının bir köşesinde farklı markalara ait o ürünler sürekli karşınıza çıkar. Çünkü arama motoru, sizin bilgilerinizi işlemiş ve bunu paylaşmıştır. Artık ihtiyaç duyduğumuz için değil, ticari ve ticarileşmiş imgelerin tanımladığı ve istediği şekilde alışveriş yapar, hayatımızı ona göre yaşarız. Bu da bedenimize ve çevremizdeki dünyaya karşı yabancılaşmamıza ve hakikatten uzaklaşmamıza yol açar.
Değişen ekonomi politik ile birlikte Karl Marx’ın kavramsallaştırmasından hareketle Baudrillard, günümüz toplumunda mübadele değerinin önem kazandığını, kullanım değerinin anlamını yitirdiğini belirtir. Artık bir mal ve hizmet bize sağladığı yararlar ve gerçek değeri ekseninde değil, metalaşarak alınıp satılabileceği teorik değer ekseninde değerlendirilmektedir.
Yukarıda Truman olayına tekrar döneceğimi söylemiştim. Hz. Âdem olmak üzere acaba hepimiz birer Truman Burbank olamaz mıyız? Baudrillard’ın, insanların hakikat ile bu hakikatlerin dışavurumu arasın- daki ilişkilerini daha çok günümüz ile ilişkilendirdiğini gördük. Birçok açıdan haklı yönleri de var. Ama ben hepimizin aidiyetlerimizle, toplumsallaşma sürecinde edindiğimiz değerlerle, aile, iş, arkadaş ve sosyal çevremizle bir dünya inşa ettiğimizi düşünüyorum. Toplumsallaşma süreci, ait olduğumuz aile, cemaat, parti ve diğer tüm sosyal çevremiz hakikat ile olan bağlarımızın niteliğini belirliyor. Bu bağların nitelikleri de kişiden kişiye farklılık gösterecektir. İster dini ister seküler olsun belli bir aidiyet bağı içerisinde olan insanların bir ölçüde kendi hakikatlerine sıkı bir şekilde sarıldığını gözlemlemek mümkün. Aidiyetlerin insanların hakikatle olan bağlarını Baudrillardian anlamda ortadan kaldırması da mümkündür. Sırf aidiyet nedeniyle on iki yaşındaki bir kız çocuğunu taciz ettiği kendi ses kaydıyla sabit olan birini “hayır, ben ayaklarını yıkadım yıllarca, asla bir taciz olayına şahit olmadım” diye savunmak böyle bir psikolojinin sonucu olsa gerek. Burada simülasyonun iki yönüne şahit olmak mümkündür. İlki simülasyonun tersten işlemesidir. Çünkü simüle etmenin, olmayan bir şeyin olmuş gibi algılanması olduğunu ifade etmiştik. Burada ise olan bir şey olmamış gibi dışavurulmaktadır. Gizlemek değildir, çünkü gizlemek bilinçli bir eylemdir, olduğunu bilirsiniz ama bilinmesini istemezsiniz.
Burada ise gerçekten olmadığına dair samimi bir inanç vardır. Nihai durumda son olayda da hakikat ile simülakrumun arasındaki ayırımın ortadan kalktığını görüyoruz. İkinci yönse tasavvur edilen ve bağlanılan kişi ile gerçek kişi arasındaki uçurumdur. Tabi olanın, ait olanın zihninde kusursuz, hata işlemesi mümkün olmayan bir kişi var, gerçekte ise en sıradan insanın bile yapmayacağı hatayla malul bir şahsiyet var. Burada yine Baudrillardian anlamda bir simülasyonun işlediği söylenebilir. Kısacası aidiyetlerimizle birlikte bir gerçekliğin içinde yaşıyoruz. Amansız bir nihilistseniz, hakikatin nesnel ölçütü olmadığından hareketle herkesi tek bir düzeye indirgemeniz ve eşitle- meniz mümkün. İnançlı biriyseniz, günün sonunda “cue the sun” misali “yunfeu fi-ssuri” deminde inşa ettiğiniz dünya ile hakikat arasındaki boşluğu görmüş olacaksınız.
Hz. Adem, Truman Burbank ve Simülakrlar ve Simülasyon, Murat KAÇER
#sin23, 2020.