Bu yürek, bizim yüreğimiz,
bir tahtası eksiklerin yüreğidir.
Sait Faik Abasıyanık
“İki Kişiye Bir Hikâye”
Bir pencerenin ardında ertesi sabahı bekle dur. Tut ki bir gün söktüler penceremi ya da geceyi bırakıp sabahı çekiverdiler mevsimden. Daha neyi bekleyeceksin.
Sabahın altısında, uyan artık, dedim yatağın altına kaçmış terliklerime, yol budur. Yak bütün ışıkları. Koy demliği ocağa, koy kendini banyoya. Tıraştı duştu, havam aydınlandı birden. Hayırdır oğul. Islığımdan bile mana çıkaran rahmetli anamı anmadan olmaz. Kaç yıl oldu, dudaklarımda ıslık, dilediğimce uğursuzları topluyorum eve. Allahın cezası parfümü nereye koydum. Bela okuma Necati, küser, kokusunu vermez sana. Dişlerimi üst üste iki kere fırçaladım, yıldızlar çaktı aynada. Tekmil dişliyi karşıma dizerken, sakın ürkütmeyesin, dedim. Hey, güzel kız, affedersiniz, böyle ansızın yolunuza çıkıverdim. Aslında siz. Şu önünden geçtiğiniz eski bina var ya, işte onun üçüncü katında oturuyorum ben. Haftalar önce gördüm sizi, derken bütün sabahlarımdan geçer oldunuz. Tam şuramdan, penceremden vuruldum, vurulunca düştüm yolunuza. Merhaba. Ben Necati. Memnun oldum, ya siz?
Yalan yok, aynen böyle. Ne bileyim ağbi, bu da fazla gerçek.
O yaşlı teyzenin allah ömrünü uzatsın. Asıl onun peşine takılmalıydım. Teyzeler bu işleri bilir. Burada, düştüğüm yerde dakikalarca nasıl da alıkoydu kızı. Kucağında kitapları, bir ara yukarılara bakmıştı, öyle havaya diye. Bal gözlerinden iki arı uçtu. Göz göze geldiğimizi hatırlar mı.
Yedi yıl önce kuzenimin düğünü için aldığım en yeni takım elbisemi sırtıma geçirdim. Tokalaşmaya değer, ağırbaşlı bir işadamı gibi görünmeli. Bunun üstüne mont da giyilmez ki. Rahmetliden kalma paltoyu kılıfından çıkardım, dön bakayım, vallahi benden sağlam. Modası geçmiş midir. Düzgünce koluma asıveririm, kim ne bilecek. Aceleyle bir koşu çıkmışım evden, yalan mı. Beş dakikaya kalmaz koyu kestane saçlarını zıplatarak gelir uzaktan. Havalar soğuduğundan beri rengârenk berelerin, atkıların içinde saklıyor saçlarını, bir evin sıcağından sıcak yüzünü. Şimdi elleri lazım bana, hiç görmediğim minik elleri. O kadar da genç sayılmaz. Yok, evli olamaz. Hem, evli kadın böyle mi yürür. Ya nasıl. Anan demez miydi. Oğlum, büyük konuşmayasın, gencecik yaşta bir güzele vurulur, bırakıverirsin beni, diye. Ben otuz yedi yıldır büyük konuşmadım ağbi. Kız konuşmuş olabilir mi. Pencereden dışarı eğildim. Mavi beresinin peşinden üçer beşer indim merdivenleri.
Uygun adım, soluna geçtim hemen.
“Hanımefendi. Bir saniye bakar mısınız?”
İçimdeki heyecana şaşkınlık taklidi yaptırdım.
“Bu ne güzel tesadüf böyle, nasılsınız?”
Elimi uzattım. Kız daha çok sarıldı kitaplarına.
“Affedersiniz ama çıkaramadım sizi.”
Çıkaramazsınız tabii. “Necati ben. Siz de… Kusura bakmayın, epey zaman oldu.
Aslında, dilimin ucunda.” Adını söylemiyor, söylemeyecek. “Kuzenim Mustafa’nın düğününde karşılaşmış olabilir miyiz? Berenizin renginde mavi bir elbise giymiştiniz.”
“Hayır, ben o değilim, benzettiniz sanırım.”
Yürüdü gitti. Bense düştüğüm yerde.
Peki ya, kimsiniz? Kimsiniz de siz, o değilsiniz.
“Delikanlı,” dedi yanımdan geçen yaşlı amca, “paltonuz yere sürünüyor.”
Ama gülümsemedi mi bir ara, durdu, yüzüme baktı, hatırını sorunca da gülümsedi. Tanımıyorum der, çeker giderdi. Konuştu. Sizi çıkaramadım, dedi. Ah o düğün, var ya o düğün, eski bir pencereydi diyemedim. Nerden uydurdum Mustafa’yı. Maviyi seviyor oysa. Böyle çabuk gitmeyecekti. Paylaştığımız kısacık ânın gerçekliğine inandırabilseydim. Neredeyse dokunacaktım. Ellerinde kitaplar vardı. Umutsuz olmak için yetmez. Evet evet. Her gün ona aramızdaki mesafenin yarısının yarısı kadar yaklaşsam, bu hikâye bitmez ağbi.
Ertesi sabah birkaç adım geriden takip ediyorum. Parkın yanından yukarı, caddeye yürüyoruz. Gittiği yere kadar, kararlıyım. Dolmuş kuyruğuna giriyoruz. Hâlâ fark etmedi, oysa aramızdaki uzaklık yalnızca iki kişilik. Bir çevirse başını, pekâlâ günaydın diyebilirim, ne de olsa bir çıkaramamışlığımız var. Kız orta sıraya ben arkaya, dolmuşa yerleşiyoruz. Cebimde bozukluklarım hazır ama fazladan bir şansım olsun istiyorum. Beşlik banknotu öne uzatıyorum. “Rica etsem, bir Kadıköy de benden.” Şoförden geriye dönüyor elleri. Parmaklarının ucuna, o madeni sıcaklığa. “Teşekkürler.” Burnumda tarçın kokusu, başımı cama çeviriyorum. Epeyce yaklaştık.
Sahile doğru yürüyoruz. Koşuyor. Koşuyorum. Bir başka şeyi anımsatıyor bana. İşe yetişme telaşını. Vapur kalabalığını. Paltodaki naftalin kokusu hâlâ geçmemiş. Yukarı çıkıyoruz, bütün vapuru dolaşıyoruz. Şurada yer var, hadi, tut kolundan getir. Kız basıp gidiyor ağbi. Arkalarda, kadının biri çantasını çekince bütün sıra kıpırdanıyor, aralarına sığdırıveriyorlar onu. Beni sığdıramazlar hiçbir yere. Gözden ırak, kıyıya yanaşmayı bekliyorum.
İskelenin önünde duruyoruz. Çantasından telefonunu çıkarıyor. Bekliyorum mu, diyor. Gittikçe inceliyor sesi. Konuşurken kendi çevresinde dönüyor. Bir şeylerle oyalanmam lazım. Avucumda sıktığım telefonumu kulağıma tutuyorum. Yüksek sesle. “Evet ağbi. Tamam, hiç sorun değil, bekletmem seni, hallederiz.” Ne söylediğim önemli mi, kendinden emin bir adam gibi görün yeter. Kız bitiriyor konuşmasını, kenarda bekliyor. Kesin gördü beni. Şimdi tam sırası, yanına gitmeliyim, ama ne diyeceksin.
Dosdoğru söyleyiversem artık.
Birdenbire yola atıyor kendini. Omzunda çalgısı asılı, uzun saçlı bir sırığın önünde duruyor. Bir balerin gibi yükselmiş, öpüyor herifi. Çalgısız kolunun altına giriveriyor sonra. Sırtları dönük. Yolun bittiği yere kadar.
Anasını satayım, üşüdüm, paltoyu sırtıma geçiriyorum. Bir martı ciyaklıyor tepemde. “Biraz kestane versene,” diyorum elleri kara satıcıya. Sahilde bir banka oturup vapur saatini bekliyorum. Parmaklarının ucunda havalanışını, onu nasıl ve ne çabuk öptüğünü düşünüyorum. Oysa daha demin dolmuşta, bol tarçınlı birer fincan salep içiyorduk biz. Hep mi bir fazlasını yapan bulunur ağbi. Dalıyorum kesekâğıdına, kestanenin sıcağı elimi yakıyor.
Eski Hikâye, Çiyil KURTULUŞ
#sin18, 2019.