Rumen akademisyen ve yazar Stefan Bolea, “Internal Conflict in Nineteenth – Century Literature” isimli kitabında edebiyatın çeşitli kuram ve akımların bir yansıması olmadığını belirtir. Bolea’ya göre edebiyat, tek başına geleceği öngörme kabiliyetine sahiptir ve zaman içerisinde hem toplumsal algıyı hem de o algıdan doğacak olan kuram ve akımları şekillendirir. Oysa alışık olduğumuz bakış açısı tam aksi yönü işaret eder – eleştiri ya da analizde metindeki olasılıklar araştırılmaz, metnin içinde seçilen bir kuram aranır. Nitekim Batı merkezli yaratıcı yazarlık çalışmalarında veya bu alanda eğitim veren akademik bölümlerde izlenen yöntem de aynı doğrultudadır. Örneğin katılımcılara, karakter oluşturmaya başlamadan önce Oedipal karmaşanın ögelerini öğrenmeleri ve olay örgüsündeki çatışmayı kurgularken Freud’un nevrotik çatışmalara ilişkin yapısal modellerini göz önünde bulundurmaları tavsiye edilir. Dolayısıyla okur, özellikle Batı edebiyatlarından çevrilmiş veya bu edebiyatların etkisi altında yazılmış roman ve öykülerde, belli bazı istisnalar haricinde, daima aynı psikolojik temeller üstünde yükselen kurgularla karşılaşır. Metne dışarıdan bakmak gibi bir işleve sahip olan analiz ve eleştirinin de aynı kuramlara başvurmasıyla tuhaf bir kısır döngü ortaya çıkar çünkü daha yazım aşamasında bilinçli bir biçimde kurama uydurulan kurmaca bir metin, yine aynı kuram tarafından çözümlenerek onanmıştır. Okurun birbirine koşut giden bu tasvip mekanizmasına dahil olmasıysa genellikle kitap tanıtım yazılarında gördüğü, “İnsan doğasının saklı yönlerini ustalıkla yansıtan” yazarların kitaplarını satın alması veya her nedense her biri “cesurca bilinçaltının derinliklilerine inen” öyküleri okumasıyla gerçekleşir.
Peki bu yazarların nasıl bir yeteneği vardır da insan doğasına bütünüyle hâkim olup sonra bir de onun saklı yönlerini yansıtmışlardır? Veya bu bilinçaltı ne menem şeydir ki, Freud’dan beri yazılan her kurmacanın bir ucu hep inilmesi nedense her zaman cesaret isteyen o mağara misali karanlığa dayanır? Yanıtlanması epey güç, hatta imkânsız sorular. O yüzden bahsi geçen öykü ya da roman, kendisine ilişkin tanıtımın hakkını veriyorsa rafta kalması daha makul olur çünkü öykülerde karşımıza çıkan her çocuk ve her ebeveyn illa Oedipal karmaşanın çatısı altında bir araya gelmek zorunda değildir veya kadın ve erkeğin karşı karşıya geldiği her öykü kaynağını illa toplumsal cinsiyetten almaz. “Bununla birlikte,” der Deleuze, “Freud, alışkanlığı gereği, her şeyin sonunu anne babaya vardırır: Binayı inceleme isteği, tuhaf bir şekilde, ona anneyle yatma arzusu gibi gelir. Ebeveynler, ortamlardan bağımsız olarak, birincil yerlere ya da işlevlere sahipmiş gibi. Ama çocuk önce ebeveynleriyle sınırlıymış ve ortamlara ancak sonrasında ve büyümeyle, yoldan sapmayla erişiyormuş gibi davranmak yanlıştır. Baba ve anne, bilinçdışının kuşattığı her şeyin adresi değildir.”
Aileden çok, aile içi şiddettin konuşulduğu, kadın ve erkek arasındaki ilişkinin çoğunlukla şiddet temelli olarak algılandığı günümüzde, bazı görüş ve düşüncelerin, geçmiş yıllara nazaran daha hızlı bir biçimde yayıldığını ve taraftar kazandığını aşikâr. Ne var ki, Gerbaudo’nun da belirttiği gibi, “Facebook ve Twitter paylaşımları ya da blog yazıları yalnızca enformasyon kanalları oluşturmakla kalmazlar, aynı zamanda can alıcı önemdeki örgütleyicilerin bireysel öfke, kızgınlık, gurur ve ortak mağduriyet duygularını yoğunlaştırıp bu duyguları iletme yollarını teşkil ederler.” Ve aynı enformasyonla birlikte aynı duygu durumu da hızla yayılır. Doğruluğu konusunda asla emin olunamayan dijital enformasyonun yol açtığı tutarsız duygulanım hâli, muhakemeden yoksun bir düşünme süreciyle birleştiğinde bireyler yalnızca kolektif bir öznede kaynaşmakla kalmazlar, esasında sosyal yapıyı değiştirme potansiyeli taşıyan kitle hareketi zamanla kişiliğini yitiren vasıfsız bir kütle hareketine dönüşür. Çünkü var olanı sürekli yinelemek, var olanı sürekli en baştan yaratmak anlamına gelir. Kolektif algının bireysel algı sayesinde oluştuğunu dikkate aldığımız zaman tek tek her bir bireyin gerçeklik karşısındaki algı ve tutumu değişmediği sürece elbette kolektif algı da değişemez. Ve Bolea’nın da savunduğu gibi, bugünün edebiyatı, yinelenmeye devam ettiği ölçüde geleceğin gerçekliği hâline gelir.
Şimdi de Türkiye’deki çoğu öykü yazarının kendi öyküleri hakkında sıklıkla kullandığı şu ifadeyi hatırlayalım, “Öykülerimde gerçek hayatı yansıtmaya çalıştım.” Peki yirmi yıldır hiçbir şeyin olumlu yönde değişmediği bir ülkede, gerçek hayatı yansıtan öyküler ne kadar değişebilir? James Wood, bundan tam yirmi yıl önce The New Republic’te yayımlanan bir eleştiri yazısında ilk kez “histerik gerçekçilik” ifadesini kullanır ve kısa bir süre sonra edebiyata hâkim olacağını belirttiği bu akımın büyülü gerçekçilik olmadığını belirtir. Wood, bu tür kurmacalarda hikâye anlatımının bir tür gramer hâline geldiğini, hikâyenin kendisini bu şekilde yapılandırarak sürdürdüğünü söyler. Gerçekçilik ortadan kaldırılmaz, aksine gerçekçiliğe gereğinden fazla önem verilir ve tüketilir. Dolayısıyla metne ilişkin bütün itirazlar gerçeğe benzerlik düzeyinde değil, ahlak düzeyindedir. Ne var ki, sorgulanan ahlak metindeki karakterlerin ahlakı değil, toplumun ahlakıdır çünkü histerik gerçekçilikte yazarlar kurmacayı sosyal bir teori hâline getirerek okurlara insanın insanlık hâlleri karşısındaki değişken tutumunu değil, dünyanın nasıl işlediğini anlatırlar. Kurmacanın konu edindiği olayların neredeyse iki bin yıldır pek değişikliğe uğramadığını ve roman türünde karşımıza çıkan hareketliliğin tabiatı gereği öyküde olamayacağını düşünürsek özellikle öykü açısından karakter oluşturmanın önemi bir kez daha ön plana çıkar. Ama son yirmi yılda hem Türkiye’de hem dünyada yazılmış olan öykülere bakarsak çoğunun insandan yoksun olduğunu görürüz. Zira özellikle genç yazarlar artık kurgu yapmamakta, dış dünyadaki basmakalıp söylemlere veya çoğu sosyal medya vasıtasıyla üretilen hikâyelere dayalı bir olay örgüsü oluşturduktan sonra “toplumun hassasiyetlerini ön plana çıkaran” bu hikâyenin öykü yazmaya yeteceğini düşünüp karakterlere kişilik atfetme gereği duymamaktadır.
“Tüm bu çağdaş deformasyonlar,” diyor Wood, “yalnızca yazarları değil, aynı zamanda bütün kuşağı ilgilendiren bir krizden kaynaklanır: karakter krizi ve karakterin kurmacada nasıl temsil edileceği.” Aslında Wood’un karakter krizi olarak adlandırdığı ve kökeni kimlik krizine dayanan durum, edebiyat açısından yeni değil. Wylie Sypher’ın “Loss of the Self in Modern Literature and Art” isimli kitabında yapmış olduğu belirleme, karşı karşıya olunan kimlik krizini pek tabii açıklar ve der ki, Batı edebiyatı ve sanatı, bireysel kimlik ile benliğin doğası hakkındaki görüşlerini on dokuzuncu yüzyıldan beri aşamalı olarak değiştirmeye zorlanmıştır. Sypher’in bahsettiği değişime baktığımızda bireyin en yüksek değer olarak kabul edildiği romantik kimlik nosyonunun terk edildiğini ve insan deneyiminin “benlik” olarak adlandırılacak indirgenemeyen en küçük parçasını bulma umuduyla varoluşçu bir arayışın başladığını görürüz. Bu varoluşçu arayış bir bakıma psikolojideki felsefe boşluğunu doldurur ve modern bireyin, Oidipus yahut Elektra gibi mitlerle izahı mümkün olmayan kimlik krizini gözler önüne serer. Maslow bunu insanın özlemleri ve sınırlarından oluşan bir çıkmaz olarak adlandırır – insan gerçekte nedir, ne olmak istemektedir ama nihayetinde ne olabilecektir?
Edebiyat, tıpkı Bolea’nın ifade ettiği gibi, sonradan keşfedilen bu kimlik krizini çok önceden öngörmüştür. Örneğin E.T.A Hoffmann, Şeytan’ın İksirleri’nde şeytani yöntemlerle hazırlanan iki şişe iksirin Hristiyan bir keşişi nasıl bir günahkâra çevirdiğini anlatır. Ya da Gustav Meyrink, Batı Penceresinin Meleği’nde okült güçlerin etkisi altında kalan John Dee’nin dönüşümünü gözler önüne serer. R.L. Stevenson’ın Dr. Jekyll ve Mr.Hyde’ı, Mary Shelley’in Frankestein’ı, Oscar Wilde’ın Dorian Gray’in Portresi çok sayıda örnekten birkaçıdır ve hepsinin ortak yönü, hikâyelerdeki karakterlerin dış dünyadaki personalarından koparak, gölge kişilikleriyle toplum içinde boy göstermeleridir. Kurmaca karakterlerin oluşturulmasından çok sonra, ancak C.G. Jung’un kuramları ile psikoloji literatürüne giren ve genellikle Freud’un bireysel bilinçaltı tanımlaması ile koşut görülen “gölge arketipini” günümüzde Maslow’un sormuş olduğu bir dizi sorunun da yanıtı olarak kabul edebiliriz. Persona, kişinin olmayı arzu ettiği ve dış dünyanın kendisinde görmesini istediği tarafken Gölge, bireyin kendisine dair bilmek istemediği, reddedilmiş taraftır. Hoffman, Meyrink, Stevenson ve Shelley kurmaca karakterlerinin saklı kalmış olan gölge kişiliğini simya, okültizm ve bilimsel araştırma yöntemiyle görünür kılarken Wilde, Dorian Gray’in Portresi’nde narsisizm ve hezeyana başvurur.
Peki ne olmuştur da bunca çeşitlilik içinde yazar metnindeki “insanı” kaybetmiştir?
Yanıtı kabataslak bile olsa Lyotard ve Foucault’nun kuramlarında arayabiliriz. Çünkü bu kuramların devreye girmesiyle birlikte benliğin dış dünya ile girmiş olduğu çatışmaya bireyin kendi kişiliğinin yanı sıra mensup olduğu grubun kolektif bilinci ve azınlık ile çoğunluk arasındaki ilişkinin mahiyeti de dahil olur. Dolayısıyla savaş sonrası Amerikan ve Avrupa edebiyatlarında dış dünyadan gelen çeşitli tetikleyicilerin bireyde yol açtığı bir tür benlik kaybı baş gösterir. Yabancılaşmış, absürt ve varoluşçu anti kahramanların tamamı anlam arayışı içerisindedir ve arayışlarındaki başarısızlık onları başarılı birer kurmaca karakter hâline getirir. Oysa bu başarısız ama başarılı karakterler metin açısından bir hatadır. Zira gerek kutsal kitaplarla gerekse Yunan tragedyaları ile kurulan klasik anlatı döngüsü, çatışma açısından olmasa bile insanın kendi yaşamı bakımından öykünebileceği “ideal kahraman” arayışı açısından kırılmıştır. Karakterleri birer anti kahraman hâline getiren iç çatışmalar, bu çatışmaların temelinde yer alan değersizlik ya da kaybetme korkusu gibi sonradan edinilmiş duygu durumları ve bunların neticesi olarak ortaya çıkan yabancılaşma durumu, beklenenin tam aksine okurların anti kahramanlarla empati kurmasına ve onları gereğinden fazla sevip kabullenmesine yol açar. Yapısökümün kurmacada rastlanabilecek izlerinden biri olan bu örnek aslında hem metne hem gerçek yaşama dairdir çünkü insan kurmaca karakterler vasıtasıyla aslında kendi gölgesinin farkına varmış ve onu kabullenmeye başlamıştır. Üstelik bu sefer arada simya, okült güçler ya da bilimsel aygıtlar gibi dönüşümü başlatan ve gölgeyi görünür kılan dış mekanizmalar mevcut değildir. Ama bu kabullenme hâli, seksenli ve doksanlı yıllara gelindiğinde bambaşka bir hâle dönüşür. Kendi gölgesine razı gelerek “mükemmel” olma idealinin dışına çıkan insanın bu sefer de kusuru doğallık olarak görmeye başladığını ve kusurların giderilmesini değil, her şeyin “olduğu gibi kabul edilmesini” talep ettiğini görürüz. Oysa her şeyi olduğu gibi kabul etmek, farkındalıksızlıkla eş değerdir. Zira belki de kitapları süpermarket ürünü gibi tüketen bu farkındalıksız okur sayesinde “ölmeden önce okunması gereken yüz kitap” benzerinden listelerle intikal edebilen ideolojiden yoksun pasivize edebiyat histerik gerçekçiliğin itmesiyle günümüze kadar gelmiş ve toplum mühendisliğini hedef alan politikaların yönlendirmesiyle “küresel edebiyat” olarak adlandırılmaya başlanmıştır.
Küresel edebiyatta gerçeklik coğrafyaya göre değişir ama histeri ve histerinin yol açtığı çözümsüzlük hâli her zaman aynı kalır. En belirgin niteliğiyse herkesin anlayabileceği basit cümlelerden oluşması ve “yabancı” okur için bir anlam taşımayan yerel ögelerden arındırılmış olmasıdır. Yerel nitelikli varoluşsal problemler tamamen yok edilmez ama bütün uluslar açısından önem taşıyan ırkçılık, kaynakların eşitsiz dağılımı, cinsiyet, iklim sorunları, göç krizi gibi konuların çatısı altında sunulur. İngiliz ve Amerikan kültürlerinin edebiyat üzerindeki “varsayımsal” hegemonyasına son verdiği dile getirilen küresel edebiyat, yeryüzünün farklı ülkelerinde yaşayan, farklı kültürlere sahip toplulukların baş etmek zorunda kaldıkları farklı problemleri hep tek bir küresel başlık altında bir araya getirmeye çalışır. Bütün insanlık bir arayışın içerisindedir. Türkiye’de yazılan öykülere baktığımızdaysa bu arayışın toplumsal cinsiyet, aile içi şiddet ve adalet başlıkları altında yoğunlaştığını görürüz. Kuzey Amerika’da ırkçılık, Güney Amerika’da yozlaşma, Avrupa’da göçmen krizi… İnsan, her zamanki gibi yine kahramanı olduğu öykü ve romanda bir arayışın peşindedir ama bu arayış okura on sekizinci ya da on dokuzuncu yıllarda olduğu gibi sirayet etmez. Çünkü Norveçli orta sınıfın anlam arayışını Kongo’da kobalt madenlerinde çalışan çocuğun eşitlik arayışından farklı kılacak olan karakterler ve kullanılan dil tek tipleşmiştir. Nitekim Yale Üniversitesi akademisyenlerinden Shameem Black, edebiyatın küreselleşmesi ile birlikte yazarların daha fazla okura ulaşmak için kendi ana dilleri yerine İngilizce dilinde yazmayı tercih ettiğini ve yazarların gramer hatalarından kaynaklanan tuhaf bir dilin ortaya çıktığını belirtmekte pek haksız sayılmaz. Özellikle İngilizce ile çalışan edebiyat çevirmenleri Shameem Black’in neyi kastettiğini tam olarak anlayacaklardır. Kullanılan dil öylesine tuhaftır ki, okuduğunuzu rahatlıkla anlar ama iş çeviriye geldi mi takılıp kalırsınız çünkü karşınızdaki dil kullanımının sizin öğrendiğiniz gramer yapılarında bir karşılığı bulunmaz. Çevirmen her ne kadar elinden gelenin en iyisini ortaya koysa da bu garip İngilizcenin tortusunu tamamen yok etmek imkânsızdır ve çoğu genç yazar da maalesef o tortuya öykünerek yazar.
Olay örgülerinin yaratıcılıktan uzaklaşıp küresel olma kaygısıyla ortak bir sorun aradığı, karakterlerin günden günde kişiliksizleştiği ve dillerin kendine özgü yapısını hızla kaybettiği bu edebiyat biçiminin doksanlı yılların sonunda yayılmaya başladığını düşünürsek günümüzde şikâyetçi olunan her şeyin yanıtını pekâlâ edebiyatta bulabiliriz. Semih Gümüş, günümüzden on bir yıl önce yayımlanmış olan Modernizm ve Postmodernizm isimli kitabında, 1990’lardan bugüne sektörel sıçramalarla endüstri oluşturmaya çalışan kitap yayıncılığının içinde bulunduğu koşulların, aynı zamanda edebiyatın da has değerleri yerine herkesçe paylaşılabilir açıklık ve konular çerçevesinde oluşturulması isteğini genelleştirip dayattığını söylüyor ve devam ediyor, “Adorno’ya göre, herkesçe paylaşılmak için üretilen kültür ürünü pornografik ve iffetlidir. Kültür endüstrisiyse tüketicilerin kasten ve tepeden bütünleştirilmesidir. Eğer işlevsel dil yazınsal dilin yerine geçiriliyor, popüler edebiyat gerçek edebiyat olarak sunuluyorsa, bunun arkasında bir endüstri bulunduğu gerçeğinden kopamayız. Medyanın edebiyatı keşfi ve ünlü yazar merakı, piyasanın yayıncıları ve yazarları içine çeken göz kamaştırıcı anaforu, genç yazarların dikensiz yollardan yürünebileceği yanılgısı, soyutlamalardan uzak ama somut olana yatkın düşünme biçimleri, dolayısıyla düşünce üretimindeki kısırlık, bir çift kelamı kutsal söz sanan yetersizlik, paranın eleştiriyi bile yolundan çıkarabildiği iktidar tutkusu…”
Ve Semih Gümüş’ün on bir yıl önce özetlediği yakın geçmişteki edebiyatın öngördüğü şimdiki zamana bakalım bir de: Eşitlik ve aynılık arasında belirgin bir fark olmasına rağmen toplumlar, eşitlik söylemi altında hızla tek tipleşti. Muhteva önemini yitirdi, ambalaj değer kazandı ve ideolojisini yitirerek tek tipleşen topluluklar, neoliberalist süpermarketin raflarını yağmalamaya başladı. Demokrasi, adalet, eşitlik, ekoloji, feminizm, insan hakları gibi sağlığa yararlı olduğu tescillenen ama içeriği çoktan bozulmuş olan ürünler hızla tüketilmeye başlandı. Özümsenemeyen bu ürünler ancak birer başlık hâlinde yinelenip durur ve toplumlar kendi yankılarıyla zaman kaybederken devletler sadece Türkiye’de değil, bütün dünyada oligarşi bağımlısı birer tiranlığa dönüştü. Geldiğimiz noktada hükümetler tarafından belirlenen politikalar artık halka değil, hisseleri borsa tahtalarında hızla değer kazanan şirketlere hizmet ediyor. Peki herkesin bildiği ama çoğunluğun garip bir biçimde görmezden geldiği bu basit gerçekler karşısında başka ne söylenebilir? Çözüm öylesine kolay ki, yeryüzünde yaşayan her birey, konu ne olursa olsun, sürünün peşine takılmak yerine kendi dünya görüşünü oluştursa ve kitlelerin “iyi” olarak nitelediği bir şeyin illa “iyi” olmadığını kavrasa, ortada ne histeri kalır ne de günden güne gerçek dışı bir hâl almasına rağmen herkesin gerçek diye direttiği şu acayip gerçeklik.
Kimlik Krizinin Karşı Kıyısı: Histerik Gerçekçilik ve Küresel Edebiyat, Fulya Kılınçarslan
#sin31, 2022.