Buda Heykeli – Vagif Sultanlı

Türkiye Türkçesine aktaran: Aynur Kahraman

On yıllık ayrılıktan sonra yurda dönerken en çok istediği şey iş yerine, üniversiteye giderek bir zamanlar aynı bölümde çalıştığı öğretmen arkadaşlarıyla buluşmak, dertleşmek, hatıraların ışığında geçmiş günleri anmaktı.

Ülkeyi terk ederken herkesten çok öğrencilerinin kaderine üzülmüştü; ona ihtiyaç duyduklarının farkındaydı ama birtakım nedenlerden gitmek zorundaydı. Artık durup bekleyerek hayatını daha fazla tehlikeye atamazdı. Buna rağmen bugün bile bazen yol ayrımında çırpındığı o dönemlerde belki tereddütlerini yenerek vatanını terk etmeme ihtimalini aklından geçiriyor, attığı adımın yanlış mı, doğru mu olduğunu kestiremiyordu.

Aslında gurbet ona kalp ağrısı dışında bir şey vermemişti. Bütün dertlerini, ızdıraplarını yanında götürmüş, bırakıp gittiği sevdiklerinin, yakınlarının yüzleri bir gün bile gözlerinin önünden kaybolmamıştı. Şimdi onca yıllık ayrılıktan sonra yurda dönerken geçip giden yılların hazin, kederli sayfalarını aklından geçirdikçe heyecanı daha da büyüyordu.

Uzun zamandan beri hasretle beklediği buluşmanın bölümündeki arkadaşlarıyla birlikte samimi bir ortamda çay içerken geçeceğini hayal ettiğinden bir gün önceden özel bir pasta siparişi vermiş ayrıca sürpriz olsun diye geleceğini de kimseye haber vermemişti.

Taksiden indiğinde önce yanlış adrese geldiğini sandı; her şey tanınmayacak şekilde değişmiş, üniversitenin girişine kemerli kapı, karşısına camlı kütüphane binası yapılmış, metro hattının yeni girişi açılmıştı. Ancak yolun kenarında kendisini tanıdıktan sonra kayıtsız kalmadığı, her zaman elleri dizlerinde bağdaş kurarak oturan, mağrur duruşuyla Buda heykelini andıran kör dilenciyi fark ettiği an bunca zaman zarfında birçok şeyin değişmediğini anladı, geri dönerken mutlaka ona uğramayı, yardım etmeyi aklından geçirdi.

Kemerli kapıdan geçip çam ağaçlarının çevresinde yüz sene önce üniversitenin temelini atan kişinin heykelinin yapılacağını anlatan, yosun kaplamış yüzeyine Kiril alfabesiyle kazınan yazılarının okunamaz hâle geldiği gri mermer levhanın önünde durdu. Karmakarışık duygular içinde yaşlı bir kadının elindeki süpürgesiyle mermer levhanın önündeki taze çiçekleri süpürüp çöp kutusuna doldurmasını izledi.

Üniversite binasına girerken alışkın olmadığı ağır yemek kokuları burnuna gelince bir zamanlar kitap mağazası bulunan büyük girişin kafeye dönüştürüldüğünü gördü. Kafenin karşısından asansöre kadar uzanan gürültülü kalabalığın arasından geçerek mermer basamaklardan üçüncü kata çıkarken tanıdık bir yüzle karşılaşabileceğinin verdiği heyecandan ya da adını koyamadığı herhangi bir sebepten kimsenin yüzüne bakmaya cesaret edemiyordu.

Bölümün kapısını açtığında gözüne ilk çarpan kişi odanın sağ köşesinde bilgisayarın arkasında oturan tanımadığı genç kız oldu. Selam verince kız şaşkınlıkla onu süzerek:
“Kime bakmıştınız?” diye sordu.
“Beni tanımadınız galiba?”
“Hayır, tanımadım,” dedi kız başını bilgisayardan kaldırmadan.
“Ben bu bölümde tam yirmi sene öğretmenlik yaptım,” dedi bozulduğunu saklamaya çalışırken, “Siz yenisiniz herhâlde?”
Kız başıyla onayladı.
“Ne iş yapıyorsunuz burada?”
“Araştırma görevlisiyim.”
“Hocalar nerede peki?”
“Başkan toplantıda, hocaların bazıları derste, bazıları da özel dersteler.”
“Zilin çalmasına çok var mı?”
Araştırma görevlisi genç kız önce odanın üst tarafındaki durmuş duvar saatine, sonra telefonuna bakarak:
“Yok, birazdan çalacak,” dedi.
Davet beklemeden elindeki pasta kutusunu masaya bırakıp bölüm başkanının koltuğunun yanındaki eskimiş meşin sandalyeye oturdu.
Kısa süre sonra kapı açıldı, söylene söylene içeriye giren bölüm başkanı yorgun mu, sinirli mi ya da düşünceli mi olduğundan yahut başka bir sebepten ona aldırmadan geçip koltuğuna yerleşti. Çağdaş edebiyat derslerine giren, bir zamanlar hayat aşkıyla coşup çağlayan, şimdiyse hevesi, tutkusu büsbütün sönmüş bölüm başkanı öğrenciyken onun hocası olmuş, mezuniyetinin ardından doktora yapması için çaba göstermişti.
“Beni tanımadınız galiba,” dedi.
Bölüm başkanı ani bir bakışla onu süzüp:
“Allah aşkına affet beni, yaşlılığıma ver,” dedi ayağa kalkarken. Tokalaştılar, sonra da çantasını karıştırırken bir yandan da araştırma görevlisine seslendi:
“Kızım, şuradan bir bardak ılık su ver, ilaç saatim geçiyor.”
İsteksizce yerinden kalkan araştırma görevlisi köşedeki demir kasanın üzerindeki gümüş renkli çaydanlıktan bir bardak su doldurup başkanın önüne koydu.
“Sabahtan beri ağzıma bir lokma koyamadım. Allah kahretsin böyle yaşantıyı…”
Zil çalınca bir zamanlar keskin muhalif duruşuyla bilinen, bölüm hocalarından biri olan profesör hanım yorgun, bitkin bir şekilde içeriye girdi ve onu görür görmez:
“Bir gittin, gidiş o gidiş,” dedi mutluluğunu saklayamadan.
“Ne diyeyim ki şimdi…”
“Hangi ülkedesin?”
“Almanya’da.”
“Üniversitede ders veriyorsun herhâlde?”
“Hayır, özel bir şirkette çalışıyorum.”
İçerisi sıcaktı, kapının, pencerenin açık olmasına rağmen bunaltıcı bir havasızlık vardı. Yüzü kapıya dönük oturduğu için koridordan geçip giden insanları soğuk bir kayıtsızlıkla seyrediyordu.

Çoğunluğu kadınlardan oluşan hocaların bazıları teneffüs olunca odaya döndüklerinde onu tanıyamadılar, bazılarıysa kendini tanıttıktan sonra zorla hatırladılar, hatırlayanlar da yarım ağızla hâl hatır sormakla yetindiler.
Ara sıra öğrenciler içeriye girerek öğretmenlerden birine yaklaşıyor, çeşitli sebeplerle bir sonraki derse giremeyeceklerini söyleyerek izin istiyorlardı.
“Hiç kimseye izin vermeyin,” dedi bölüm başkanı hocalara seslenerek, “bunların derdi ders çalışmak falan değil.”
“Bana izin verseniz de vermeseniz de yine de o derse girmeyeceğim!” diye sinirli adımlarla odadan çıktı bir öğrenci.
“Öğrenciler bu duvarların esaretinde kalacaklarına sokaklarda gezip tozarak daha çok bilgi öğrenirler…”
“Sen zamanında kaçtın kurtuldun buralardan… En azından kendine, çocuklarına bir gelecek hazırladın.” Bunları kimin söylediğini bilmediği için cevap vermedi.
Öğretmenlerin yüzünden aşırı yorgunluk, isteksizlik hissediliyordu, sanki istemedikleri bir işle uğraşıyorlarmış gibi kendileri de farkında olmadan öylece zamanın akıp gitmesini izliyor, her şeyin bir an önce olup bitmesini bekliyorlardı. Laf arasında eski çalışma arkadaşlarının bazılarının vefat ettiklerini duyduğunda ise çok üzüldü.
Teneffüs bitip zil çaldığında hocalar derse geç kaldıklarını söyleyerek odadan çıktılar. Araştırma görevlisi kız ona bir fincan çay doldurdu, içinde iki üç bonbon şekerinin bulunduğu eski şekerliği itip önüne koydu. O sırada telefon çaldı, ahizeyi kaldıran kız bölüm başkanına dönerek:
“Sizi istiyorlar,” dedi.
Önündeki paralel hattan telefonu açan bölüm başkanı karşısındakinin sorusunu cevaplayıp: “Eve gitmem lazım,” dedi yerinde fırlayarak, “tamamen unutmuşum, bu akşam misafir gelecek, giderken alışveriş yapmalıyım.” Sonra askıdan buruşuk, gri şapkasını alıp başına koyarak: “Daha buralardasın herhâlde, zamanın olunca gel biraz dertleşelim,” diye ekledikten sonra ağır ağır odadan çıktı.

Şimdi odada araştırma görevlisi kızla ikisi kalmışlardı. Kız bilgisayarın arkasında az önceki yerinde oturup gözlerini monitöre dikmişti, el hareketlerinden ve mimiklerinden eğlenceli bir oyunu izlediği anlaşılıyordu.

Odayı baştan başa gözden geçirdi, görünüşte değişen bir şey yoktu. Eski kitaplıkta bir zamanlar üniversite öğrencileri için bizzat kendisinin yazdığı ders kitabının solmuş kapağı gözüne takıldı. Uyun yıllar çalıştığı, hayatının en gergin, karmaşık, heyecanlı çağlarının geçtiği bu odada her şey ona yabancı geliyordu. Odayı gözden geçirdikçe onun olmadığı senelerde burada yaşananları hayalinde canlandırmak istiyordu.

Gözlerini kapattı, bir anlık işten ayrılmadığını, ülkeyi terk etmediğini, bir sonraki teneffüsten sonra o da değer hocalar gibi ders anlatmak için amfilerden birine gideceğini aklından geçirdi ve ruhunun çalkalandığını hissetti. Ama bu sadece bir anlığına yaşandı ve tekrar zamanın akışı sert bir dönüşle gerçek mecrasına yönelince kendine geldi… ve aniden sıkıldığını hissetti.

O sırada araştırma görevlisinin cep telefonu çaldı. Telefonu açan kız:
“Hemen geliyorum,” dedi ve hızla masanın üzerindeki eşyalarını toplamaya başladı.
Bilgisayarın kapandığını ve fişinin çekildiğini duydu.
“Özür dilerim, hocam, eşim aşağıda bekliyor, gitmem lazım,” dedi kız yabancı bir ses tonuyla.
Kız kalkıp kapıya yaklaşırken:
“Biliyorum hoş değil ama kusura bakmazsanız pastayı da geri götürün. Yarın iş günü değil, burada kalırsa bozulacak,” dedi.
Şaşıracak gibi oldu ama çabuk toparlandı:
“Siz alın, sizin kısmetinizmiş,” dedi.
“Hayır, hayır, biz böyle şeyler yemiyoruz, ben de eşim de diyetteyiz,” diyerek pasta kutusunu masadan alıp ona verdi, odanın kapısını kilitleyip vedalaşmadan hızlı adımlarla uzaklaştı.
Ne yapacağını bilemediğinden elinde pasta kutusuyla etrafından geçip gidenlerin şaşkın bakışlarını hissetmeden bir süre koridorda, bölümün kapısının önünde öylece kalakaldı. Beyni uyuşuyor, vatanına adım attığından beri bastırdığı hasret duygusu yeniden uyanarak onu acımasızca içinin gurbetine sürüklüyordu.

Bir anda aklına ne geldiyse kararlı adımlarla merdivenlerden inerek üniversitenin kemerli kapısından geçip ecnebi dillerdeki yazıların yabancılaştırdığı sokağa çıktı. Sağına soluna bakındı, kitap mağazasının tam karşısında gazete büfesinin yanındaki taş kaldırımda Buda heykelini anımsatan kör dilenciyi görünce “oh” dedi. Yaklaşıp her zamanki gibi selam verdi, adamın yüzüne yayılan yumuşak ifadeden aradan bunca zaman geçmesine rağmen unutulmadığını anlayınca ona sarılıp bağrına bastı, sonra da geçip yanına oturdu.
“Uzun zamandır yoktunuz, hocam…”
“Burada değildim…”

“Ayak sesleriniz kesildiğinden beri tam on yıl geçti,” diye iç çekerek ekledi adam: “sizden sonra çok sular aktı, çok yeller esti…”
Dilencinin ağlamaklı olduğunu hissedince:
“Sana küçük bir hediyem var,” dedi sözünü keserek ve pasta kutusunu dikkatlice onun taş gibi soğuk ellerine bıraktı.

Kutunun içindekini parmaklarıyla okşayarak anlamaya çalışan dilenci bir şeyler söyleme çalıştı ama sesi titrediğinden söyleyeceklerini yuttu, kör gözlerinin çukurunda iki damla yaş belirdi.
Metronun girişine yaklaştığında istemsizce durup arkasına uzak öğrencilik döneminin heyecanlarını yaşadığı, yirmi yıldan fazla öğretmen olarak ömrünü verdiği, bir daha dönmeyeceği adresi üzüntüyle süzdü ve bunca sene zarfında onu kara bir gölge gibi izleyen, kendisiyle birlikte gurbete taşıdığı geçmişinden bir an önce ayrılma isteğiyle adımlarını hızlandırdı.