-Şu merdiven başında pazarlık yapan kadın bir fahişe mi?
-Hayır.
-Peki ya o sokağın başında bacaklarını gösteren?
-Hayır.
-Peki ya şu kadın? Baksana nasıl şehvetle bakıyor.
-Hayır o da değil.
-Burada hiç fahişe yok mu? Baksana şu kadınlara nasıl da giyinmişler?
-Fahişe nedir bay Burton?
-Tenini parayla satan aşağılıklardır bay Vencanze.
-Hayır bay Burton, fahişelik bu değildir. Fahişelik, insanların hayatını bilmeden onları aşağılamak ve yargılamaktır.
Sokağın sonunda bir berber var bay Burton. Lütfen aynaya bakınız. Orada var olan en büyük fahişeyi göreceksiniz.
CHARLES BUKOWSKİ
Yeraltı yazınını, sistemin yok edici, yıkıcı, yutucu varlığına karşı kendi dilini oluşturmuş bir karşı duruş olarak tarif edebiliriz. Ya da yasa dışı bir dil de diyebiliriz. Çünkü politik gibi görünmeyip en politik dili kullanır aslında. Bu yazın türünün -ister yer üstünde ister yeraltında olsun- ilgilendiği alan tabulardır. Tabular da önünde sonunda gelir bedene dayanır. Tabular, doğrudan çıplak gerçekliğin yani bedeni hedefe alan, onun üzerinde kurgulanan ve hayatı kontrolü altına alan dogmalardır. İşte yeraltı edebiyatı da kullandığı dille bu dogmalara, bu düzene bir çomak sokmak ister. Aslında tabuların yasaklayıp yer altına ittiğini gün yüzüne çıkartmak ister.
Görünmez kılınan şeyleri, korkuları kısaca asıl gerçeği dile getiren, insana dair her türlü halleri anlatan, bizim gözümüzü açan edebiyat türü. Sistem, işine gelmeyen her şeyi, halının altına süpürmeyi, baskılamayı, arka bahçesindeki küllüğe atmayı ya da yok etmeyi sever. Yani, arzuyu, neşeyi, aşkı, sevmeyi, kısaca bedeni yok sayar. Yok sayılan, kendi gerçekliğine aykırı yaşayan beden de zamanla kendi içinde başkalaşarak arızalara, mutsuzluklara, kötülüklerin beslenmesine kök salmasına, taa psişeye kadar varan değişimlere yol açar. Bu değişimlerden de sistem beslenir. Sistemin besin kaynağı tabular ise bedene yapılan şiddettir, bazen gülmenin dahi günah sayıldığı bir şiddet.
Yani, ötelenen, görmezden gelinen hakikatin bir tür direncidir. Notos’un Yeraltı Edebiyatı dosyasında Özgür Uçkan, “Yeraltı edebiyatı, edebi bir türden çok yazıyla girişilen bir ‘eylem’dir: Hayatla, hayatın hakikatiyle, toplumların gösteri düzenine direnişle, otoritenin reddiyle ilgili bir eylem…Hayati bir eylem…” demiş. Çok beğendiğim bu yaklaşım aklıma Charles Bukowski’yi getirdi hemen.
Amerikalı şair-yazar Bukowski,15 Ağustos 1920 yılında Almanya’da doğar. Ailesi o iki yaşındayken Amerika’ya yerleşirler. Asker olan babasının şiddetine maruz kalan Bukowski, kötü bir çocukluk geçirmiştir. Okulda da zorlu bir öğrencilik geçirir. Bu yüzden otoriteye karşı her zaman marjinal isim olarak karşımıza çıkar. Yeraltı dediğimiz eserleri, daha çok otobiyografik kült eserlerdir. İnsanların “daha kötüsünü yaşamam artık” dediği anda çok daha kötüsüyle karşılaştığını doğrudan kendi deneyimledikleriyle, gözledikleriyle aktarır eserlerine. Sözünü hiç sakınmaz ve adaleti insanların ancak ihtiyaç duydukları zaman sığındıkları bir mekanizma olarak değerlendirir. ‘Kendine, kendine dokunursa diye’ üstüne basa basa belirtir.
“Her ne kadar insanlar üzerine yazsam bile insanlardan ne kadar uzaksam o kadar iyi hissediyorum kendimi. İnsanlardan 3 kilometre uzak olmak çok iyi, 3000 kilometre uzak olmaksa çok daha iyi bir şey. İnsan ırkını sevmiyorum ben. Başlarını, suratlarını, ayaklarını, konuşmalarını, saç modellerini, otomobillerini sevmiyorum.” diyecektir açık yüreklilikle.
Yeraltı edebiyatı, kendi hükmünü sürdüren, boyun eğmeyen dildir. Aklın, mantığın bakışına karşı kendi ilacını oluşturan bir tür, ya da varolanın köküne dökülen kibrit suyudur.
Kendi Dilini Kendisi Yaratan Edebî Bir Tür: Yeraltı Edebiyatı, Gönül OCAK.
#sin15, 2019.